I
Soğuk bir kış günü, artık neredeyse her ilimizde bulunan Üniversite Araştırma Hastanesi yerleşkelerinden biri. Hastamızın şifa arayışı uzun sürünce, refakat dönemi de uzuyor. Günlerdir kalmanın verdiği aşinalık ile hastanenin kantinine doğru yürüyorum. Her zamanki gibi çay siparişini veriyorum. Bir hastane kantininden ziyade, sanayi sitesi esnaf lokantasını anımsatan mekânı birkaç kişi beraber işletiyor. Çayları dolduran kişinin aldığı karton bardaklara gözüm ilişiyor. Çayı karton bardakta içiyor olmamızın yavanlığı değil dikkatimi çeken. Günlerdir çay içtiğimiz bardakların ebatlarının fark edilir bir şekilde küçülmüş olmasına takılıyorum. Çayları alırken gençle göz göze geliyoruz. “Bardakları küçültmüşsünüz!” deyip tebessüm ediyorum. Umarsız bir şekilde cevap veriyor: “Evet abi, öyle oldu.” Bunun üzerine, “Ama çaylar hâlâ aynı para! Bu durumda müşteriyi içerideki diğer kantine kaptırmış olmaz mısınız?” diye ekliyorum. Genç istifini bozmadan ve de farkında olmadan yaşadığımız birçok sıkıntıya cevap olacak bir karşılık veriyor: “Sorun değil abi, o kantin de bizim!”
Ferdî, ictimaî, siyasî ve sınaî birçok meselede yaşadığımız sıkıntıların kaynağı da bu bakış açısı değil mi? Daha iyisi olmadığından ya da gidecek başka bir adres bulunmadığından devam ettirmiyor muyuz birçok şeyi? Çaresizlik ve mecburiyet değil mi kararlarımızın birçoğunun altında yatan sebebi?
II
Beş katlı bir alışveriş mekânı. Eskiden 1 milyoncu derlerdi. O tarz bir yer. İğneden ipliğe ne arasan bulunabilecek türden. Aldığım malzemelerle beraber kasaya doğru ilerledim. Maşallah müşteri bol. Kasada sakallı, şalvar tarzı pantolonlu, elli yaşlarında bir abi var. Hal ve hareketlerinden mağaza işçisi olmadığı belli. Muhtemelen mağazanın sahibi ya da sahibinin yakını. Benden önceki müşteri 50 liralık alışveriş yaptı. Parasını ödedi ve gitti. O giderken ben kasadaki adama “Fiş vermiyor musunuz?” dedim. Adam, yüzüme bakmadan belli belirsiz bir ses tonuyla “Veriyoruz” dedi. “Ama müşteri gitti!” dedim. Ses çıkarmadı. Benim hesap beş lira tuttu. Bana fiş kesti. Baktım 75 kuruş vergi ödenmiş devlete. Demek ki benden önceki müşterinin 7,5 liralık vergi katkısı gasp edilmiş. Müşteri de buna sessiz kalarak destek vermiş. Mekânın ismi, bir gemiden mülhem. Hani şu ilk seferinde batan gemiden. Hani bir yönüyle “Batırılamayacak kadar büyük!” anlamına gelen kelimeden.
Kasadaki abi, vergiden kırparak kayığı kurtardığını düşünüyor olmalıydı. Hâlbuki hepimiz aynı gemideyiz ve filikayı kurtarmak, batmaktan kurtulmak anlamına gelmiyor.
III
Bir ilçe belediye binasının hemen yanı başında bulunan şirin bir caminin lavabosundayım. Günlerden pazar. Lavabo tertemiz. Sabunluklar dolu. Kâğıt ve havlu bile var. Üstelik hem nezih hem de ücretsiz. Katılmış olduğum bir programın kimlik kartı boynumda asılı kalmış. Abdest almak için sıramı bekliyorum. Dışarıdan kırk yaşlarında bir abi geliyor. İlk benle karşılaşıyor ve sırıtarak şiveli bir dille bana şöyle diyor: “Kendinizi nasıl da düşünüyorsunuz!” Benim yüzüne anlamsız baktığımı fark edince soruyor: “Sen görevli değil misin?” “Hayır” cevabını alınca “Ben de belediyede görevli sandım sizi. Kendilerine ne güzel yerler yapıyorlar… “ diyerek ayakyoluna giriyor. Günlerden pazardı ve bana laf sokmaya teşebbüs eden abi de dahil, içerideki onlarca kişiden hiçbirisi belediye personeli değildi.
Başkalarını eleştirmekte çok mahir bir o kadar da cüretkârız. Bu yetmezmiş gibi hep bir şeylerden şikâyetçiyiz. Müzmin müştekiliğimizden fırsat bulup da müteşekkir olamıyoruz…
Daha iyisi olmadığından ya da gidecek başka bir adres bulunmadığından devam ettirmiyor muyuz birçok şeyi?