Gelecek yüzyıllarda bugünün tarihini okuyacak olan nesillerin, Arap devletlerinden bazılarının Türkiye’ye karşı ortak bir cephe altında birleşme teşebbüslerini hatta İslam’ın kutsal mekânlarına hükmeden Suudi Arabistan’ın Türk mallarını boykotunu kitaplardan okuyunca, buna bir anlam veremeyeceklerini biliyorum.
Zira Türkiye Müslüman bir ülke, söz konusu cepheyi oluşturan Arap devletleri de aynı dine mensuplar. Neden İslam dünyasına çökmeye çalışan Emperyalist ülkelere karşı birlik oluşturmuyorlar da aynı dine mensup Türkiye’ye karşı bu girişimin içinde oluyorlar. Bu tarz sorgulamalar ve mülahazalar elbette yapılacaktır.
Bizim neslin de, geçmiş tarihlerde cereyan etmiş bazı hadiselere yönelik benzer sorgulamalar içinde olduğunu biliyorum. Fakat günümüzde söz konusu Arap devletlerinin durumunu, yöneten ailelerin hangi şartlarda o koltuklara getirildiklerini, yönettikleri halktan ziyade sahip oldukları makamlara kendilerini getirenlere karşı sorumluluk taşıdıklarını görünce, nelerin olup bittiğini anlayabiliyoruz.
Bugünkü Arap coğrafyası bir asır öncesine kadar bizim bir parçamızdı. 1517 yılında Ridaniye Meydan Muharebesi ile Yavuz Sultan Selim döneminde Osmanlı devletine katıldı. Bu beraberlik dört asır sürdü. Osmanlı devleti, Birinci Dünya Savaşında “yedi düvele karşı” mücadele ederken, “yedi düvel” Şerif Hüseyin’in aklını iğfal ederek 1916 yılında bugünkü Arap dünyasını bizden kopardı. Bu nedenle biz, bir asır kadar tarih kitaplarında hep, atalarımız düşmana karşı mücadele ederken “Arapların bizi arkadan vurduklarını” okuduk. Aslında arkadan vuranlar Müslüman Arap milleti değil, onların kaderlerine hükmeden, “yedi düvelin kandırdığı” ve mankurtlaştırdığı yöneticilerdi.
Osmanlı devletinden bugünkü Arap dünyası ayrılalı tam bir asır oldu. Bir asırdır bu coğrafyaya İngilizler, Fransızlar, Ruslar, Amerikalılar velhasıl batı dünyası bir şekilde hükmediyor. Çünkü dünyanın enerji kaynakları burada; hiç biri bırakmak istemiyorlar. Bu nedenle de bölük pörçük parçalara bölünen coğrafya, “sadık kişilerce / ailelerce” yönetiliyor. Bu sadakat elbette Arap milletine değil, kendilerini oturdukları koltuklara sabitleyen güçleredir. Sadakatten sapanlar veya söz dinlemeyenler ise bir nevi cezalandırılıyor. Yakın dönemde Irak’ta Saddam Hüseyin ve Libya’da Kaddafi’nin durumları buna örnek olarak gösterilebilir.
Son zamanlarda Arap dünyasında bazı devletler tarafından tekrar bir Türkiye düşmanlığı furyası başlatıldı. Suudi Arabistan’da Veliaht Prens Muhammed b. Selman, BAE’de yine veliaht Prens el-Nehyan ve Mısır’da da darbe ile iktidara getirilen Sisi bu cephenin başını çekiyor. Önlerine gelen engelleri ise, Cemal Kaşıkçı örneğinde olduğu gibi acımasızca ortadan kaldırabiliyorlar.
Bu çerçevede Suudi Arabistan’da başlayan bir furya ile de Türk mallarına karşı boykot uygulamak için bir kampanya başlatıldığı haberleri geliyor. Boykot kampanyalarının pek etkili sonuçlar vermediği biliniyor fakat toplum hafızasında bırakacağı izler zamanla derinleşebiliyor.
Suudi Arabistan, BAE ve Mısır ile başlayan ve diğer Müslüman Arap ülkeleri de aynı cepheye çekme girişimlerinin amacı, elbette Türkiye’yi bölgede yalnız bırakmaya matuf planların bir parçasıdır. Ortadoğu ve Doğu Akdeniz’de kalıcı etkiler kurarak bölgedeki hâkimiyetlerini perçinlemek isteyen büyük güçler, bölgenin önemli ülkesi olan Türkiye’nin etrafında nefret tohumları ekmek istemektedirler.
Şayet Arap dünyasında Türkiye düşmanlığının başını çekenler, aynı karşı duruşu ülkelerinin üzerine bir kâbus gibi çöken sömürgecilere karşı gösterselerdi, bugün Müslüman dünyanın yaşadığı sefalet, felaket ve cehalet görüntüleri oluşmazdı. Veya mülteci olarak aç ve bitap yollara revan olan “sahipsiz insanlar” kitleleri ile dünya tanışmazdı.