Uluslararası jeopolitik manzara artık statik bir yapıda değil. Her gün yeni bir gelişmeyle hızına hız katıyor. Bu durum, katı koalisyon ya da ittifakları daha esnek olmaya zorluyor. Türkiye de bu hızlı değişimlerden payını alan ülkelerin başında geliyor.
Son yıllarda Türkiye’nin Avrupa’nın enerji ve savunma güvenliği ile NATO içerisindeki hayati rolü, hiç olmadığı kadar arttı. Bazı ülkelerin hoşuna gitmese de Türkiye’nin hızlı bir şekilde yükselen jeopolitik ve diplomatik ağırlığı, Türkiye’ye karşı yürütülen ideolojik ve jeopolitik kampanyaları büyük ölçüde zayıflattı.
Rusya dışı alternatif rotalar ve kaynaklar bulma arayışında Türkiye’nin konumunun yeniden önem kazandığı herkesin malumu. Bunu görmemek veya fark etmemek mümkün değil. Avrupa, tarihin hiçbir evresinde kendisini Hazar Denizi, Orta Doğu ve Doğu Akdeniz enerji kaynaklarına bu denli muhtaç hissetmedi.
Nihayetinde bu bölgelerdeki enerji kaynaklarının Avrupa’ya sevkiyatında Türkiye en güvenli ve en ucuz rota. Hâliyle bu vaziyet, Avrupa’nın enerji güvenliğinde Türkiye’nin jeopolitik değerinin ideolojik kaygılardan bağımsız bir şekilde kavranmasına yol açıyor.
Tüm bu gelişmeler, tesadüf veyahut bir şans olarak yorumlanabilir mi? Elbette hayır! Türkiye’nin enerji sektörüne ve de enerji diplomasisine yaptığı yaptırımlar, asla göz ardı edilemez. Savunma sanayiinde atılan güçlü adımlar, enerji sektörüne yapılan yatırımlar ve diplomaside katedilen mesafeyle Türkiye, Avrupa düzeninin korunmasındaki kilit rolünü ziyadesiyle güçlendirdi.
Sözün kısası, Avrupa’nın stratejik ihtiyaçlarının arttığı dönem ile Türkiye’nin stratejik üretimlerini arttırdığı dönemin kesişmesi söz konusu. Şüphesiz Avrupa Birliği, Yunanistan ile Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nin Türkiye karşıtı şizofrenik politikalarını sahiplenmeseydi, bu süreçten daha kârlı ve güvenli çıkabilirdi. Paranoyaya dayalı bu politikanın kârdan ziyade zarar getirdiği; zaman kaybından öte bir işe yaramadığı, Ukrayna Savaşı ile bir kez daha görüldü.
Bu çerçevede AB, NATO ve ABD’nin üzerine düşen görev, Rum ve Yunan tarafının ısrarla kabul ettirmeye çalıştıkları “ortak tehdit Türkiye” saçmalığına ivedi bir şekilde son vermelerini sağlamaktır. Buradaki hassas nokta, iş birliği dengesinin anahtarının çatışma alanlarının değil, iş birliği sahalarının olduğuna yönelik güçlü bir aidiyeti ve sorumluluğu, bu üçlünün sahiplenmesidir.
Kaldı ki görmek ve bilmek isteyen için Ukrayna’daki savaş, yapılan bu yanlışlıkların tehlikeli bir yolculuğun parçası olduğuna ilişkin güzel bir derstir. Buradan hareketle, Doğu Akdeniz’deki çatışmayı keskinleştirmenin Batılı müttefiklerin çıkarına olduğunu kim iddia edebilir?