Tarihin tozlu sayfaları, Akdeniz’e erişimin dünyaya erişim anlamına geldiğini gösteren, birçok değerli bilgiyle doludur. Bu nedenle Akdeniz’in ekonomik, diplomatik ve jeopolitik önemini iyi kavramak gerekiyor. Küresel güçler ile bölgesel güçler arasındaki hassas dengenin, Akdeniz’de kurulduğunu ve bu denizin bir güç terazisi olduğunu hatırdan çıkarmamak bir hayli önemli.
Şüphesiz Akdeniz, üç kıtanın ekonomik ve stratejik kavşak noktası; gücün ve hâkimiyetin paylaşıldığı önemli bir mücadele alanıdır. Dolayısıyla Türkiye, Doğu Akdeniz’de hangi yöne giderse gitsin, birçok zorlukla yüzleşmek durumunda kalacaktır.
Küresel güçlerin bu bağlamda Türkiye’den beklentisi, Akdeniz’de tarihi fay hatlarını harekete geçirebilecek hamlelerden uzak durmasıdır. Bir başka ifadeyle, Türk dış politikasının geleneksel sınırlarını ve sorunlarını terk etmemesidir.
Diğer taraftan şunu da açıkça ifade etmek, ehemmiyet arz eder. Akdeniz bir NATO denizidir. En azından transatlantik ittifakının mimarlarının ve düşünürlerinin gözünde böyledir. Bu yüzden NATO, Akdeniz’de kendisi dışında kural koyucu ve düzen sağlayıcı bir gücün varlığına asla tahammül göstermez. Atina ve Ankara arasındaki ilişkilere de bu zaviyeden bakar ve müttefikler arasında bir çatışma istemez. Onun yerine, NATO’nun politik ve askeri çıkarlarına koşulsuz bir destek sunmalarını bekler.
Türkiye’nin Rus yapımı S-400 füze sistemini satın alması, kendi silah sistemlerini geliştirmesi ve daha otonom bir dış politikaya yönelmesi gibi stratejik adımların tamamının, “düzen bozucu” hamleler olarak algılanmasının bir nedeni de bu anlayıştır. Başka bir deyişle, tüm bunlar “NATO denizine” yönelik tehditkâr davranışlar şeklinde yorumlanmış ve bu tehlikeyi bertaraf etmek adına, Türkiye’ye dört bir koldan askeri yaptırımlar uygulanmıştır.
Türkiye’nin NATO dışı, otonom bir dış politika gündemiyle, Doğu Akdeniz’deki varlığını güçlendirmesi, Batılı müttefiklerinin arzu etmediği bir durumdur. Daha sarih bir ifadeyle, Türkiye’nin Akdeniz’deki varlığını geliştirme ve güçlendirme çabasının sınırları, ABD, NATO ve AB’nin bölgedeki dış politika hedefleriyle uyumlu, fakat her şeye rağmen kısıtlı bir çerçeve dâhilinde olmalıdır.
Bu doğrultuda, stratejik bağlamda Doğu Akdeniz’de Türkiye’ye biçilen rol, NATO’nun gölgesinde güçlenmektir. Bu gücün, NATO’yu gölgelemesi ise tarihi bir sapma, tehlikeli bir macera veyahut eksen kayması olarak nitelendirilir. İşte tam da bu noktada, İngiltere’nin meşhur devlet adamı Winston Churchill’in, “Türkiye solarsa sulayın, büyürse budayın” sözünün manasındaki derinlik, zihinlerde anlam buluyor.
Günümüzde birçok devletin Akdeniz’de ekonomik, politik ve askeri amaçlarla kendine üsler ve limanlar kurmanın peşine düştüğü, böylesine hassas bir ortamda bu kısırdöngü nasıl kırılacak? Türkiye’nin bölgedeki rolünü güçlendirebilmesinin ve bağımsız bir dış politika izleyebilmesinin yolu, güçlü ekonomiden geçiyor. Bir milletin üretim gücü ne kadar büyük olursa dış politikadaki gücü de o denli büyük olur. Bu, uluslararası ilişkilerde temel bir ilkedir.
Türkiye’nin savunma sanayinde yakaladığı ivmenin ülkenin bölgesel güç olarak yükselmesine yaptığı katkının önemi ortadadır. İnsansız Hava Araçları (İHA) ile Silahlı İnsansız Hava Araçları (SİHA) üretiminde kaydedilen mesafe ve bu bağlamda Karabağ, Suriye, Libya ve Ukrayna’da elde edilen askeri üstünlüklerin, Türkiye’nin dış politikadaki gücünü ve etkisini artırdığı, kabul edilen bir olgudur.
O halde teknolojiyi etkili ve bilinçli kullanmanın faydalarının görüldüğü bir ortamda, adres bellidir. Bağımsız ve güçlü bir dış politikanın yolunun nitelikli bir eğitimden ve buna bağlı olarak gelişen üretken bir ekonomiden geçtiği göz ardı edilmeden Türkiye yoluna devam etmelidir.