Türkiye ne zaman Rusya ile sıcak ilişkiler kurup stratejik hedefler geliştirmek istediyse, Batı buna mani olmak için her yolu, yöntemi denemiştir, deniyor.
Suriye’deki Rusya uçağının düşürülmesi mevzuunda AB(D)’nin parmağının olduğuna şüphe kalmadı. TSK içerisinde kamufle olup Siyonist networkün ve emperyal Batı’nın direktifleriyle hareket eden güruhun eliyle Rusya uçağı düşürüldü. Türkiye-Rusya ilişkileri tarihinin en yakın, en sıcak dönemini yaşıyorken, ilişkileri sabote etmeye yönelik bu eylem gerçekleştirildi. Bu sabotaj, bir Türkiye-Rusya çatışmasını hedefliyordu. Böylece Türkiye, Rusya ilişkileri bozulacak, Türkiye’nin Batı’ya bağ(ımlı)lığı devam ettirilmiş, eksen güncellenmesine mani olunacaktı.
Batı’nın ve hizmetkârı olduğu Siyonist networkün, Türkiye eliyle Rusya uçağını düşürmesi, Türkiye’nin Suriye’deki planlarını, Suriye’ye müdahil olmasını (terör koridoruna ve DAEŞ’e operasyon) da geciktirildi. Rusya’nın uçağı düşürülmemiş olsaydı, Türkiye, daha erken Suriye’de kendisine tehdit oluşturan terör örgütlerine müdahale edip stratejik hamleler yapabilirdi.
Rusya üzerinden Türkiye’ye yönelik entrikalar kuruluyor, dolaplar çevriliyor, her türlü şeytani planlar devreye sokuluyor. Birkaç gün önce de Rusya’nın Büyükelçisi Andrey Karlov Ankara’da katledildi. Uçağın düşürülmesinin arkasındaki el kime ait ise Karlov’un öldürülmesinin arkasındaki el de aynı kişiye aittir. Uçağın düşürülmesi akabinde meydana gelen olumsuz ilişkiler onarılıp rayına oturmaya doğru gittiği bir dönemde bu suikastın yapılmış olması, elbette o şeytani planların yine devrede olduğunu gösteriyor. Hele ki alenice Şanghay’a katılım ve AB’ye alternatif sayılabilecek formüller dillendiriliyorken, Batı’nın hırçınlaşması ve Türkiye’ye yönelik plan ve tavırları daha sinsi bir hâl alıyor.
Rusya, Batı’nın yürütmekte olduğu planların farkına vardı ve Türkiye ile olan münasebetlerini bu farkındalık çerçevesinde yürütüyor. Buradan başarısız bir sonuçla karşı karşıya kalacak olan Batı, aynı strateji ve planları Türkiye-İran denkleminde de deneyebilir. İran’ın, Irak ve Suriye’de sergilediği mezhepsel yaklaşım, bu strateji ve planların gerçekleşmesi için uygun bir zemin teşkil ediyor.
DAEŞ’le mücadele bahanesiyle Suriye’ye giren devletlerin tümünün (üstelik Türkiye’yi, DAEŞ’i beslemekle, korumakla itham edip algı oluşturarak) birer DAEŞ tarafgiri, besleyicisi oldukları ortaya çıktı.
Artık herkes kartını açık oynuyor. Şimdiye kadar terör örgütleri eliyle vekâleten yürütülen savaşlar, artık asıl unsurlar tarafından yürütülmeye başlanıyor. Batı’nın, terörün, terör örgütlerinin anavatanı, mutfağı olduğunu bugüne kadar defaatle dile getirdik. Batı, terör örgütlerini kur(dur)up besleyip büyüterek gözü olduğu coğrafyalara musallat ediyor(du). Bu vesileyle o coğrafyalarda istediği dizaynı gerçekleştiriyor, tereyağından kıl çeker gibi tertemiz işler çıkarıyor(du). Ancak artık vekillerin maskesi düştü, asıllar ifşa oldu.
Kağıt üzerinde Türkiye’nin müttefiki, dostu görünen AB(D), Türkiye’nin varlık ve egemenliğine tehdit teşkil eden YPG/PYD’ye (ki bir kısmının DAEŞ’e gittiği de biliniyor) açıktan silah tedarik etmekten, desteklemekten imtina etmiyor, beis görmüyor. Türkiye, Suriye’de DAEŞ, PYD/YPG vs. ile değil, direkt olarak AB(D) ile savaşıyor. Savaş sahada ABD, masada İngilizler ile yapılıyor. Zira ABD senaryoyu oynayan bir oyuncudur; senarist ve asıl oyun kurucu İngilizlerdir.
Suriye zemininde resmi cephelerin olmadığı, kimsenin bir paradigmaya bağlı kalmadığı, herkesin kendi menfaatlerini “demokrasi” diye pazarladığı adı konulmamış bir savaş (belki de 3. Dünya savaşı) yaşanıyor. Bu kapsamda Türkiye de hem istiklâl hem de istikbal mücadelesi veriyor.