İşin anlaşılması gereken odak noktası şudur ki; Adalet ve Kalkınma Partisi, Paralel Devlet Yapılanması karşısında esaslı bir varlık göstermiştir. Gelişen demokratik yapı, askerin gölgesinde büyümeye alışmış bu Paralel Yapı için tehlike arz etmeye başlamıştır. İşte bu yüzden birkaç kez alelacele darbeye yeltendiler. Çünkü, askerin baskın olduğu bir yapı onlara yeniden devlet kurumlarına diledikleri gibi müdahale imkânı sunacaktı. Oysa demokrasi, karanlıkları aydınlatan bir güneş gibi…
Gülen hareketinin kültürel boyutu gerçekten çok önemlidir. Bu akım, Atatürkçülük yerine Türkiye’de İslam’ın yeniden hakim olması için çalıştıkları konusunda müntesiplerini ikna etmeyi başarmıştır. Esasında Türkiye’de kültürel krizin özü bu meseledir.
Türkiye’de yönetimi uzun süre elinde bulunduran askerler sürekli kendilerini Kemalizm’in ve laikliğin bekçileri olarak takdim ettiler. Aslında tüm dünyada generallerin davrandığı gibi davrandılar: Kurucu atalarının izini sürdürme ve mirasını koruma gerekçesiyle insanları boğdular ve öldürdüler. Ancak, gel gör ki Paralel Yapı da, aynen askeriyeye benzer bir örgüt yapısı oluşturdu. Bu yüzden de Gülen, cemaati içerisinde İslam üniforması giymiş bir general gibi oldu. Sadece Türkiye’de değil, tüm dünyada İslam’ın hâmisinin kendisi olduğunu iddia etmeye başladı.
Çok yakın bir gelecekte Türkiye iki problemle karşı karşıya kalacaktır: Birincisi; içeride bir kimlik krizi yaşayacağımızı düşünüyorum. Bu durum devletin geleceğini net bir şekilde tanımlamayı gerektirecektir. Kendilerini Atatürk ilkelerinin koruyucusu olarak takdim eden askeriye, camileri kapattı, ezanı yasakladı, Kemalizm’i koruma adına halka ve özellikle bazı kesimlere büyük baskı uyguladı. Bugün bizler, Gülen Cemaati örneğinde “İslam’ı savunma” gerekçesiyle aynı şekilde insanların öldürülmesine şahit oluyoruz. Bu tablo, Yeni Anayasa’yı Türkiye’nin tarihinde dönüm noktası oluşturabilecek bir konuma itmektedir. Tam bu noktada cesurca sorulması gereken sorular bulunmaktadır:
-Türkiye, yeni laik kimliğiyle eski Kemalizm’i sürdürebilir mi?
-Atatürkçülüğün dokunulmazlığı mı var? Hiçbir şekilde değiştirilemez mi?
-Kemalizm’in muhafızları iç problemlere çözüm bulabilir mi?
İkinci konu; özellikle biz Arapların sorduğu bir soruyla ilintili: Türkiye ile aramızdaki bağ nedir? Müştereğimiz nedir? Yeni devlet düşüncesiyle kavmiyet görüşünün ilişkisi ne olacak? Birkaç sene içerisinde özellikle siyaset ve ekonomi alanlarında büyük devletler kategorisine dâhil olacak ve yeni küresel holdingler çıkaracak olan Türkiye hakkında bu sorular önem arzetmektedir. Peki, eski Kemalist kimliğiyle Türkiye Akdeniz’in doğusunda ve güneyinde, hattâ tüm İslam dünyasında lider rolünü üstlenebilir mi?
Türkiye’nin bu sorulara cesur cevaplar vermesi; yeni modern bir kimlik benimsediğini ilan etmesi, keza bu yeni yapıyla uyumlu yeni bir laiklik anlayışı benimsemesi gerekmektedir. Laiklik için Arapçada kullanılan “ilmâniyye” kelimesi “ilm” kökünden türediğine göre, yeni neslin aklına saygı duymamız gerekmektedir.
Madem ki hepimiz toplumun maslahatını gözetmek durumundayız, herkesin gelmekte olan tehlikenin boyutlarını kavraması gerekir. Geleceğini inşa etme meselesi, direnme ve ilerleme kudreti olan devletin başarabileceği bir meseledir. Geçmişe gidip onu yeniden üretmek kolay bir iştir. Ancak bu, bizi kesintisiz savaşlara sürükleyerek birbirimizi öldürtmekten başka bir işe yaramaz.
Herkesin iyi kavraması gereken bir mesele var. Türkiye 50 yıl sonra aynen şimdi olduğu gibi yepyeni bir nesle sahip bir ülke olacak. 70 sene önce olduğu gibi yerinde sayamaz. Çünkü bütün dünya değişmiştir. Mesela Mısır’da artık Firavunluk sistemi yok. Çin’de imparator kalmadı. Amerika’yı artık Mayalar yönetmiyor. Emevi, Abbasi ve Osmanlı devletleri de yok artık…
Kanaatim odur ki; demokratikleşme süreci ve yeni anayasa, Türkiye’nin geleceğini inşa etmenin yegâne yoludur. Geleceğin Türkiye’sinin kimliği de budur.
Çeviri: Fethi Güngör