ABD’nin sadece WASP (Beyaz, Anglo-Sakson, Protestan) ülkesi olmadığı ve çok etnikli ve herkesin birbirine saygı gösterdiği bir ülke olduğu hayali, zaten 11 Eylül 2001’deki İkiz Kuleler Faciasından sonra ABD hukukunun terörle mücadele ve özgürlükler konusunda keskin bir ray değişikliğine gitmesine sebep olmuştu. Özellikle hangi etnik kökenden olursa olsun Müslümanlar açısından potansiyel suçlu gibi davranma ve ilk defa sokak ortasında şiddet ve aşağılayıcı bir dille saldırılar yaşanmaya başlamıştı.

Bugünse, özellikle dar gelirli ve daha az tahsilli beyaz seçmenlerin oylarıyla işbaşına gelen Trump’ın seçim propagandaları sırasında yükselttiği ırkçı ve ayrımcı söylemin değiştirilmemesi halinde tansiyonun düşmeyeceği anlaşılıyor. Bu gelişmelerin bir yanda ırkçı öfkeye, onun karşılığında ise bütün etnik grupları kendi fanuslarına çekilerek korunmaya itecek; onlarda korku ile öfkeyi uyandıracak, dolayısıyla bütün ülkede tansiyonu birlikte yükseltecek bir sarmala dönüşmesi ihtimali var.

ABD bu kadar keskin bir dil kullanan bir başkan ile ilk defa karşılaşıyor. Trump seçim propagandaları sırasında, Mısır’da Sisi rejimini övmekten çekinmemiş; Filistinli çocuklardan terörist adayı olarak bahsetmiş; kendi ülkesi içinde yabancı düşmanlığına yol açacak cümleler kurmuş; siyahileri ve Müslümanları endişeye sürükleyecek bir dil kullanmış ve hatta Meksikalı göçmenleri tecavüzcü olarak nitelendirmişti.

Bu hareketlere karşı oluşabilecek karşı hareketler olup olmayacağı önemli ve arkası alınamayacak sonuçlara gebe olabilir. Bunun ilk işaretçileri olan ve  6 gündür devam eden sokak gösterileri, yakılan arabalar, hatta silahlı yaralama ve toplu gözaltılar.

Ülkenin her köşesinde protestolar devam ederken göstericilerin taşıdığı pankartlarda , “Beyaz bir yaşlı için gidecek hiçbir ülke yok”, “Hakların için mücadele et”, “Dünyaya halkın oyunu göster”, “Müslümanlar hoş geldiniz”  ve “O, bizim başkanımız değil” gibi ifadeler yer alıyor.

ABD ekonomisinin yıllık olarak yaklaşık 200.000 iyi yetişmiş dış göçe ihtiyacı vardır ve bu düzenli olarak dışarıdan temin edilmekte idi. ABD’nin kuruluş temellerinde olduğu söylenen özgürlükçülük, eşitlikçilik ve fırsat eşitliği tezleri, dünyanın her yerinden insanı fırsatlar ülkesi olarak anılan ABD’ye çeken bir cazibe oluşturuyordu. 2001 sonrasında bu durum hızla değişirken ABD’nin dış politikadaki Ortadoğu’da ve Afganistan’daki uygulamaları, özellikle İslam dünyasında ABD’nin imajını altüst etti.

Geleneksel olarak ABD karşıtlığının bayraktarlığını yapan İran’ın mezhepçi politikalarına göz yuman ABD ile Ortadoğu’da işbirliği yapması, Şii dünya dışında kalan İslam coğrafyasında ABD’nin imajını ve kredisini daha da geriletti.

İşbaşına geleceği ocak ayından itibaren ayrıştırıcı ve keskin bir dil yerine, en azından içeride mevcut yerleşik politikaları izlemeye devam etmek zorunda.  Bunu başaramaması halinde, uzun süredir yara almış olan “özgürlükçü Amerikan rüyası” efsanesine artık kendi içinde bile inanacak kimseyi bulamayacak.

Dış politikada ise, Türkiye’ye karşı herhangi bir bagaj taşımadığını ve Ortadoğu’da ABD varlığını gereksiz gören farklı tarzıyla Trump’ın coğrafyaya hangi sürprizleri getirebileceğini bilemiyoruz.

Bunu zamana bırakıp hep birlikte izleyip göreceğiz…