Bugün kısa bir hikâye anlatarak başlayayım söze. Yalnız, bu yaşanmış hikâyeyi bugünün toplumu üzerinden değil, 1950’lerin toplum yapısını dikkate alarak anlamaya çalışalım:
Kore savaşı sırasında esir düşen Türk askerlerinin koğuşlarında hiçbir dağınıklık, koğuşlarda pislik, çözülme ve yılgınlık görülmeyince ve Amerikan askerlerinin koğuşlarında bu tablonun tam aksi ortaya çıkınca Çinli subaylar bu işi anlamaya çalışırlar. Görürüler ki, koğuştaki herkes, tek bir kişiyi dinliyor. Araştırdıklarında anlarlar ki, askerlerin başındaki kişi koğuştaki en kıdemli askerdir. Derhal bu kıdemli askeri diğerlerinden ayırırlar.
Bir süre sonra bakarlar ki, koğuşta yine aynı düzen hâkim ve her şey kurallara uygun şekilde işliyor. Koğuş, bütün askerlerin geriye kalan en kıdemli askere tabi olduğunu ve komutayı onun devraldığını görürler. Onu da koğuştan ayırırlar, yine aynı hal devam eder. Bu durum, son iki asker kalana kadar böylece devam eder. Son iki askerden kıdemsiz olanı, kıdemliye tabi olduğundan yine düzen bozulmamıştır.
Amerikan esirlerinin olduğu yerde ise tam bir keşmekeş ve karmaşanın olduğunu, koğuşlarda kimsenin birbirini dinlemediğini ve hiyerarşinin olmadığını diğer gözlemlerine kaydederler.
Türk askerindeki bu hiyerarşinin dayanakları bence üçtür: Gelenek kıdemi yani büyük ve küçüğü sıralı düzene sokar. Hadisler, “iki kişiyseniz birinizi, lider (imam) seçiniz” der. Mesleki hiyerarşinin en katı olduğu alan olarak askerlik de hiyererşiyi kendiliğinden oluşturur. 1950 yılında askere alınan 18-20 yaşlarındaki gençlerin hiyerarşiye uymasını sağlayan dayanaklar işte bunlar… Bu geleneksel hiyerarşinin Müslüman toplumların hemen hepsinde az ya da çok var olduğunu gözlemlerimizle biliyoruz.
Toplumun sosyolojik tahlilinde, geleneksel olarak aile içinde bir kıdemin varlığını, anne babanın ve kardeşler arasında da yaşça büyüklerin yönlendirici olduğunu hepimiz biliriz. Bu bağlar gün geçtikçe zayıflasa da ya da abla-abi gibi kavramlar başkalarınca rehin alınmış olsa bile hala, bu kendiliğinden (resen) oluşan yapının toplumda etkisi vardır. Ardında birçok sebebi olmakla birlikte, Türkiye toplumu artık böyle kendiliğinden oluşan bir hiyerarşiye tabi değil. Hızlı göç, aile yapısının yıpranması, ekonomik ilişiklerin değişimi, örfün hayattan çekilmesi vb. sebepler bunlardan bazıları.
Müslüman toplumlardaki yumuşak hiyerarşi ne Hint kast sistemi gibi geçişlerin olmadığı ve soya bağlı bir hiyerarşiye ne de Antik Yunan ve Romanın sınıflı sistemine benzemez. Bu toplumların hiyerarşisinde deri renginin farklılığı veya etnik kökeni değil, ehliyet ve liyakat değerlendirmesiyle insanların yolları her zaman açık tutulmuştu.
Bilgide üstün olan, ilim sahibi olan saygıya layık görülürken; yaşça büyük olanlar tecrübeleri dolayısıyla saygı görürken; aile olmak başlı başına saygıdeğer bulunurken ilişkilerin şekli ve rengi tamamen değişmiş oldu. Bütün bu ilişkiler tepetaklak edilirken kimse bunun ne farkına vardı ne de umursadı. Sosyal yapısı yönüyle eleştirilen Hollanda veya herhangi bir eski Doğu Bloku ülkesinden farkımızın kalmaması için elimizde bir sebep kalmayabilir. Değişim belki çok hızlı değil, ancak oldukça derin ve tahripkâr.
Bir de kurumlar bazında hiyerarşi vardır. Kolluğun, asker ya da polisin, yargı, üniversiteler, eğitim hastaneleri, maliye vb. hemen her alanda mesleki bir hiyerarşi vardır ve bu hiyerarşi sömürülmedikçe faydalıdır. Sömürüyü engelleyecek yolları kurmak ise iyi işleyen bir hukuk sistemi ile olur.
Hâlbuki bu geleneksel hiyerarşi Türk toplumunda diğerlerine göre daha esnek şekilde yaşıyordu. Ancak Nazi döneminde devletçi militarist yapıdaki Almanya’da ve toplumcu gelenekten gelen Japonlar, Çinliler, Tibetliler gibi Asya halklarında toplum içerisindeki hiyerarşi oldukça katı idi. Bu kademeli yapı, her zaman toplum üzerinde bildik araçlar kullanılarak bildik sonuçlara ulaşan bir görünüm arz ediyordu. Sürpriz yoktu ve her şeyin yeri toplum içinde önceden belirliydi. Kuşkusuz bu sert yapı, aşırı şekliyle uygulandığında kişinin birey (fert) olması imkânını bırakmaz. Olumlu eleştiriye, farklılığa, değişime, ilerlemeye ve gelişmeye kapalı bir sınıflı toplum ortaya çıkar ve toplumları bitirecek sebeplerden birisi de bu aşırılaşmış hiyerarşi olur.
Bunun tam aksi yönünde, yumuşak bir hiyerarşinin bile olmadığı kaotik bir ortamda ise, ‘ütopik anarşistler’in görüşlerinin aksine, atomize ve güçsüz bireyler ortaya çıkarır. Bu her birisi tek başına yaşayan yığınların içeriden ve dışarıdan rahatlıkla manipülasyonlarla güdülebildiği bilinir.
Bunun orta yolu ise, daha önceki yazılarda da ifade ettiğim gibi ‘güçlü bireylerden oluşan güçlü toplum’dur. Toplumu bir arada tutacak yumuşak bir hiyerarşi, hayatın tabii akışının gereğidir.
Katı hiyerarşi dünyayı cehenneme çevirebilir; bütün toplum bağlarının dışında kalmak ilk bakışta fert için dünya cenneti gibi görünse de sosyal (toplumsal) sonuçları tam anlamıyla bir felakettir. Bundan da uzun vadede en fazla yine atomize olarak yaşayan bireyler zarar görür…