Güven, insanı hayata bağlayan ne kadar da önemli bir duygu. Öyle zannediyorum ki bu önemi vesilesiyle kötü niyetliler tarafından en fazla istismara uğrayanlardan biri de yine “güven” oluyor.
Bu yazıya ilham veren hadise, Kadıköy’de sokak lambasının altında duran bir vatandaşın kafasına, lambanın asılı ünitesinin düşmesidir. Fakat konu, bu mevzu özelinde de değerlendirilemez.
Açık ve organik dayanışma halinde yaşadığımız günümüz toplumsal hayatında hemen hemen her konuda, bir başkasına güvenmek zorundayız. İşin garip tarafı, güven duygularını istismar edenler de başkalarına güvenerek yaşamak zorunda; yediği gıdadan aldığı birçok hizmete kadar.
Şehirlerde yaşayan insanlar olarak, kendi sahamızda başkaları için bir hizmet üretirken, diğer bütün konularda da başkalarının ürettiği hizmet ve ürünleri satın alarak yaşamımızı idame ettiriyoruz.
Bazı hizmetler ise devlet adına iş yapan memurlar tarafından sağlanıyor. Neticede her üretimin ya da hizmetin arkasında bir insan var; doğal olarak da bir vicdan.
Sıradan bir günümüzü kısaca hatırlarsak kimlere güvenmek zorunda olduğumuzu, daha da somutlaştırmak mümkün aslında…
İsterseniz bir kahvaltı senaryosu üzerinden yürüyelim. Fırıncının, ekmeği sağlıklı ve hijyenik ürettiğinden emin olarak o ekmeyi yiyoruz. Fakat o ekmeğin hamurunun yoğruluşunu ya da piştiği ortamı hiçbir zaman görmüyoruz ya da peynirin nasıl yapıldığını, diğer kahvaltılıkların nasıl üretildiğini de hiç görmedik, belki de görmeyeceğiz.
Yürüdüğümüz kaldırımın, geçtiğimiz yolun, cadde de asılı bir levhanın kim tarafından yapıldığını ya da asıldığını da bilmiyor ve görmüyoruz. Bu, bu şekilde etrafımızı saran her şeye uygulandığında nasıl bir zeminde yaşadığımıza dair çok önemli bir muhakemeye bizi götürebilir elbette.
Evet, işte biz nasıl yapıldığını görmediğimiz her şeyde, birilerine güveniyor ve onları sanki kendimiz üretmişçesine hayatımıza dâhil ediyor ya da sonuçları geri döndürülemez olarak boğazımızdan aşağı indiriyoruz; kastettiğim sonuçlar elbette iyiyi de kötüyü barındırıyor.
İşin tam da bu kısmında, devlet denen yapı ortaya çıkıyor. İnsanoğlunun ulaştığı en önemli ve büyük organizasyon kuşkusuz devlettir. Devletler vatandaşlarıyla yaptıkları sözleşmelerle onlara güvenceler verirler. Vatandaşlar da bu güvencelere dayanarak, o devletin sınırları içerisinde yapılan ruhsatlandırılmış faaliyetleri kullanmaya devam ederler, gelecek hayali kurarlar, yatırımlar yapıp birikim oluştururlar.
Devlet, kendisinden belirli bir alanda “iş” yapma yetkisi almış her kişi adına, verdiği belge sebebiyle kefil olmuştur yani. Dolayısıyla da biz aslında tanımadığımız birinin hizmetini satın alırken, o kişiyi tanıdığını, verdiği sertifikayla bize deklare eden devlete güveniriz.
Devletin ya da devlet adına iş yapan herkesin sorumluluğu, buradan bakıldığında daha net anlaşılabilecektir.
Devletin kurumları ya da memurları, işte bu büyük sorumluluğu sırtlarında taşıdıkları için çok ciddi olmak zorunda. Meşru zemini sarsacak, diğerlerinin hayatını riske edecek her insana “Dur!” demek, en başta devlete, sonra da memurların kendilerine duyulacak güvene çok ciddi katkı sağlar.
O lambanın denetimini yapmayan görevli elbette yaşanandan sorumludur. Elbette, trafikte denetleme görevini yapmayan bir memurun ihmalinden yararlanan bir trafik magandasının sebep olduğu kazadan da o memur vicdanen sorumludur; elbette denetlenmesi mümkün olmayan istisnalar vardır. Yine bu durumu da etrafımızı çevreleyen her konuya hasredebiliriz.
Sonuç olarak şunu diyelim: Denetimcinin de denetlendiği bir sistem çok önemli. Teknolojinin geliştiği bir ortamda ihmallerin takibi de çok daha kolaydır. Fakat buna rağmen devletle vatandaş arasındaki güveni korumak adına ve ideal olarak üretilmiş metinlerin uygulayıcılarının, vicdani yaklaşımları da son derece önem arz eder.
Denetleme görevini ihmal edenler de çoğu zaman kendi ihmalinin kurbanıdırlar. Neyi ihmal ettiğini ve ondan nasıl korunacağını bildiğini zannetseler de, bu tehlikeden ari değillerdir yani. Mesela bir gıda denetimcisi iltimas geçtiği bir ürünü evine almayarak korunduğunu zannetse de, gittiği misafirlikte ya da bir lokanta da ona kurban olmaktan asla kurtulamaz.
Hiç tanımadıklarımızla yaşarken, devletin onlarla aramızdaki kefaletine güvenmek ne kadar da önemli… Bu asla sarsılmamalı; sarsana da asla fırsat verilmemeli.