En genel anlamda yönetme iddiası ve buna bağlı hedefleri olan insanların gösterdikleri faaliyetler toplamını siyaset olarak adlandırabiliriz. Demokratik sistemlerde iş toplumu yani kamuyu yönetmek olduğunda ortaya siyasi partiler şeklinde bildiğimiz ekipler çıkar ve ülkeyi diğer iddia sahibi kadrolardan çok daha iyi idare edip, kaynaklarını-insan ve doğal- en verimli şekilde kullanıp, vatandaşlarının yaşam standartlarını fiziki ve tinsel bağlamda en ileri seviyelere taşıyacakları savıyla seçmen kesimlerinden bu erki kendilerine tevdi etmesini isterler. Bu iktidar talebinin fiili bir anlam kazanabilmesi için çoğunluğun ikna edilmesi gibi bir zorunluluk vardır ve siyasi kadrolar söylem, tavır, duruş ve algılara yönelik çeşitli profesyonel varyasyonlarla, kamu gücünün kendilerine teslim edilmesini sağlayacak güven duygusunu oluşturabilmek için var güçleriyle çalışırlar. Zorlu aşamaları başarıyla atlatabilen siyasi partiler iktidara geldiklerinde bazen ve çeşitli nedenlerle, kampanyaları boyu söyledikleri, kitlelere vaat edip inandırdıklarının aksine politikalar da izleyebilirler. Şayet neden böyle olduğuna dair sağlıklı argümanlar ileri sürüp kendilerine ”hükmetme” kudretini veren seçmenlerini ikna edemiyorlarsa, o gücü kendilerine veren memleket ahalisi en kısa zamanda durumdan vazife çıkarıp yerlerine başka kadroları getirirler.
Yaşadığımız dünyanın, insan doğası kadar karmaşık yönelim ve amaçlara beşiklik ettiğini göz önünde bulundurursak, sınırlı bir coğrafyada iktidara gelmek bazen ve aslında çoğu zaman sahiplerine gerçek anlamda bir güç ihsan etmeyebiliyor. O ülkenin ikna olmamış ve çeşitli nedenlere memnuniyetsizlik izhar eden kesimleri, küresel siyasi aktörlerin plan ve hesapları, sınırlarının ilerisinde tercihi dışında gelişen olumsuz hadiseler ve bir ya da birçok gerekçeyle mevcut iktidarla sıkıntısı olan iç-dış mahfillerin ortaklaşa yürüttüğü kampanyalar bir de bakıyorsunuz ki, çok güçlü olduğu varsayılan hükümetleri zafiyete uğratıp, çetin sıkıntılarla uğraşmak zorunda bırakabiliyor.
Hatta iş çığırından çıkıp, mevcut meşru iktidarı zora sokup devirmek üzere kamu düzenini alt üst eden gayri demokratik yöntemlerle birileri harekete geçtiğinde, işte tam da böylesi durumlarda, karizmatik güçlü bir liderlik ve arkasında duran kararlı kitleler kurtarıcı rol oynuyor. Çoğunluğun iradesini yok sayanlara karşı, gerekli sertliği göstermek ve bunu isteyene hakkını vermek anayasal bir hak olarak da kaçınılmaz oluyor.
Ancak burada unutulmaması gereken bir şey var: Politik sertlik kimi zaman ekmek su kadar elzem olsa da, sürekliliğinde ısrar etmek başka çeşitli problemler doğurması muhtemel riskli bir tutumdur. Kesintisiz gerginlik, muhatap ve muarızlara karşı devamlı meydan okuyucu ya da öteleyip ötekileştirici, sertlik dolu ve espriden uzak, devamlı öfkeli ve asık yüzlü siyaset dilini ve neredeyse kendisini takdir edenler dışında tüm dünyayla sıkıntısı olduğu imajı veren bir ruh halini, farklı dinamiklerden müteşekkil bir toplumun çok uzun süre taşıması mümkün değildir. Bu şekilde de iktidarlar korunabilir ve birileri bu durumdan haz da alıyor olabilir belki, ancak milletin yaşam sevincinin, huzurunun, umutlarının ve birbirine bağlı kılan ortaklıkların kalıcı olabileceğinin garantisini hiç kimse veremez…
O halde Şeyh Edebali’ye kulak vererek sonlandıralım sözlerimizi…
”Beysin! Bundan sonra öfke bize; uysallık sana… Güceniklik bize; gönül almak sana… Suçlamak bize; katlanmak sana… Acizlik bize, yanılgı bize; hoş görmek sana… Geçimsizlikler, çatışmalar, uyumsuzluklar, anlaşmazlıklar bize; adalet sana… Kötü göz, şom ağız, haksız yorum bize; bağışlama sana… Bundan sonra bölmek bize; bütünlemek sana… Üşengeçlik bize; uyarmak, gayretlendirmek, şekillendirmek sana…”