Alabora olan gemideki yolcular denizin yüzeyine saçılmış. Gemideki ‘Allah adamlarından’ biri, talebesi ile bir tahta üzerinde hayat ile ölüm arasında sallanırken, talebe şöyle demiş:

–  Hocam hayat ne enteresan… Ölümle aramızda sadece şu tahta parçası var.

Daha dünyada alacak nefesleri varmış; bir süre sonra cankurtaranlar gelmiş ve hoca ile talebesini sağ salim kıyıya çıkarmışlar.

Bu kez hoca talebesine fısıldamış:

–  Artık ölüm ile aramızda tahta parçası da yok.

*

Evet… Konumuz deniz ve gemi…

Masmavi bir suyun ortasında, yer mavi, gök mavi bir manzaranın göbeğindeki gemi kaptanının benzetişi ile “Süvariler, birinci zabitler; önlerindeki adaları, denizde yüzer gibi görür, seferler uzadıkça…”

Yani mesafeleri değiştiren gemiler, varlıkların hacimlerini de kendine göre belirliyor. Bu yüzden kendinden dışarı çıkıp bakmadıkça, asla kim olduğunu bilemezsin.

Uzun gemi yolculuğu esnasında tanıştığım görmüş geçirmiş ama hep kamarot olarak kalmış bir miço demişti ki: “Denizler yelken açmayı öğretmez, sen karadayken ihtimallere göre hazırlığını önceden yaparsın.”

Hayatın kendisi gibi, denizcilik de ‘tedbirli’ olmayı ve ‘itidal’ üzere hareket etmeyi öğütlüyor.

Bir tarihte bindiğimiz ‘Türk’ bandıralı gemideki “eski fotoğraflara” bakınca zannediyorum ki, ‘Yelkenler, gemilerin adaleleri sanki…’ Rüzgârda şişip de gerilmelerine bakılırsa; devasa, koca koca yığınları sürükleyen yelkenler, kullanılmadığında nasıl da gevşiyor. Güçten düşüyor, hatta zayıflıyor adeta; tıpkı diğer bütün kaslarımız gibi… Öyleyse; her ebattaki gemiler için “insan gibi” demek yerinde sayılabilir mi yoksa… Gemiler bana göre; kuşların denizde şarkılar söyledikleri bir ormandır. Küçücük gemiler ile okyanusları aşan kaptanlara sorsanıza, ne hikâyeler anlatacaklar, yol arkadaşlarıyla ilgili… Galata’da ikamet eden emekli kaptan, ‘ama’ vurgusu içinde sözümü düzelterek, diyor ki; “Ama martılara dikkat et, onlara güven olmaz denizde…”

Gemicilik mesleği, doğal yapısı gereği yıllar içinde bünyesindekilerin vücudunun gelişmesine, hayatın zorluklarına alışmalarına fırsat tanır. Yaşına rağmen enerjik, soğukkanlı ve ‘iri cüsseli’ kaptan da içleniyor: “İstanbul’da bizim meşgale ile alâkalı ne varsa, yelken, halat, makara, zift, varil… Hepsini Galata’da bulurduk. O yüzden yerleştik kaldık burada… Şimdi ne eski heyecan var ne de her fırtınaya göğüs geren denizciler… Mekanik, mesleği ele geçirdi artık.”

Tecrübeli kaptan hemen ardından gün görmemiş bilgi paylaşıyor:

“Akdeniz’i ‘Türk gölü’ haline getiren Osmanlılar, denizde maymunlardan istifade edermiş. Özellikle II. Bayezid ile gelişen denizcilikte, uzağı görme yetenekleri gelişmiş maymunlar önemli yer tutarmış. Hatta Azapkapı’daki Sokullu Mehmed Paşa Camii civarında sıra sıra maymuncu dükkânları bulunur ve ‘eğitimli maymunlar’ satılırmış. Engin denizlerdeki kaptanlığın inceliklerinden biri de gemilerin serenlerine, cundalarına oturtulan bu ‘gözcü’ maymunların bakışlarındaki keskinlik ile ölçülürmüş. ‘Maymuncuk’ tabiri de her zorluğun üstesinden gelmek, her kilidi açmak manasında işte buradan gelir.”

Bütün bunları, yıllar boyu İstanbul’un iki yakası arasında deniz seyahati yapmış olmanın getirdiği nostalji ile yeniden benzer tecrübe yaşadıktan sonra, tatil havasında yazıya döküyorum.

Bir de, Akdeniz’de şanlı bayrağımızı dalgalandıra dalgalandıra doğalgaz arayan kahraman gemilerimizi selamlamak için elbette…