İnsanlık, kirlettiği dünyaya pencere kenarından bakar oldu bu aralar.

Neredeyse beş kıtada ve iki yüze yakın ülkede, bir küçük virüsün eve hapsetmesiyle, bütün şatafat ve modern hayat, villalar, köşkler, lüks daireler hapishaneye döndü.

*

Çocukluğumun semti Fatih’te, o günlerden kalma bir enstantanem var.

Türkan Şoray’ın evinin iki bina ötesinde, tıpkı onunki gibi ahşap evin cumbalı penceresinde oturan yaşlı bir kadın.

“Kadın” biz çocukların tahmini… Yaşlandıkça cinsiyet ayrımı kaybolmuş gibi…

Hep oradaydı.

Bakkala gittiğimizde, top oynadığımızda, okuldan döndüğümüzde, hep orada…

“Emekli olduğu hayatı cam kenarından izliyor” diye düşünürdüm.

Bir şair öyle diyordu; “65 yaşında birinin neden pencere önünde oturup kuşları izlediğini anlamak için 65 yıl beklemek gerek.”

Süregiden hayatlar boyunca artık bir eskici dükkânı gibi olanlar, camların gerisinde başkalarının hayatlarının izleyicisi olarak, yalnızlıklarını renklendiriyorlar sanıyorum.

* * *

Otuz sene sonra bir başka pencere kenarı hayatı…

Artık iyiden iyiye kısalmış günlerini biraz daha uzun yaşama telaşı içinde sabahleyin, gün ağarmadan otururdu pencere önündeki berjerine… Dışarıdaki karanlığa bakarken; bir gece önce belirsizliğin çöktüğü duraktaki otobüslerin homurtu ile sefer saatlerini beklediği alanın az sonra ışıkla alacağı şekli izliyordu. Hafızasına çöken karanlık, ömrüne dolan rüzgâr gibi, durakta da bu saatlerde karanlık ve rüzgâr hüküm sürüyordu.

Yavaş yavaş çevredeki nesneleri yeniden keşfetmenin zevkini hissediyordu pencere önündeki kalorifere yakın oturarak…

Sis içinde hayal meyal seçilen otların üzerinde, kaldırım taşları, yol eğimleri ve binaların köşelerinde parlayan son yıldızlar da çekildi. Solgun devre bittikçe, pencere kadar görünen resim hızla genişliyordu sabah olduğunda…

Gün ışığı odanın içine düşüyor, durak kalabalıklaşıyor, o da cam kenarından hayatın içine karışıyordu.

* * *

Bir cumartesi günü, ‘ömürlük yorgunluk’ içinde sokağı izliyordu yine… Epey erken kalkmıştı.

Ezan okunmadan uyanıyor, abdest alıyor ve kuruluyordu cam kenarına…

Saatlerdir aynı koltukta oturuyor, sessizce dışarıya bakıyordu. Elinde tespih, dudakları mırıl mırıldı.

Sevgi zamanların ve mekânların üzerinde oluyor. Hayatından uğurladıklarına içleniyor, dudaklarından belli belirsiz bir mâni dökülüyor, yanakları nemleniyordu:

“Pencerede tül perde, perdenin ucu yerde… Yürek oynar, can gider, yâri gördüğü yerde…”

Sonra derin bir soluk alıyor, damarları belirginleşmiş ve karıncalanmış ellerinde yeniden dönmeye başlıyordu tespih taneleri…

Dakikalar, saatleri buluyordu.

Hava yağışsız, ancak oldukça rüzgârlıydı.

*

Her ikindi vakti, gün çekilirken kalbine bir sıkıntı çöküyordu; “Güneş yarın doğacak mı” diye… Aynı bildik ‘umutsuz’ korku gelip kuruluyordu yüreğine:

“Her can için bir gün tümüyle batacak.”

Camdan bakarken yorgun düşünceler gelip kuruluyordu hafızasına.

“Beklediğimiz yarınlar, dün oldu. Kendimi bu dünyaya ‘yabancı’ hissediyorum artık.”

Pencere kenarından tanıdık biriydi.

Bir sabah cam kenarında öldü.