Aile, sağlıklı bir sosyolojik düzende en temel ve sağlıklı sosyal birimi oluşturuyor. Kuşkusuz aile ortamı, cennetten düşen ütopik bir ortam veya mekan değil. Çünkü insanın ve yaşamın olduğu her yerde problemlerin olması da kaçınılmaz. Bununla birlikte, en güvenilir, kalıcı ve anlamlı sosyal alan ailedir. Aile, insanı hayata hazırlayan, anadil yeterliliğinin, görgü ve bilginin, inanç ve değerlerin,  sosyal ve medeni değerlerin, ahlak anlayışının,  adalet ve insan ilişkilerinin ilk ipuçlarının kazanıldığı ve öğrenildiği mekândır.

Gazete sütunları arasında “şiddet ailede başlıyor” ifadesine takılıp kalıyorum. “Şiddetin olduğu aileler var” demek başka, “şiddetin yuvasının aile” olduğunu söylemek başka…

Yaygın bir “mahalle baskısı” oluşturan ultra-feminist söylem ve İstanbul Sözleşmesi gibi hukuk metinlerine usulca iliştirilen bir tamlamayla “aile” ve  “şiddet” ifadeleri sıklıkla birbirine eklemleniyor.  Buradan bir iyiniyet kokusu alma imkânı yok… Hem söylem, hem de oluşturulan algı, insanı samimiyet sorgusuna itiyor. Neden mi?

Bütün bunların da ötesinde, önceki yazılarda da ifade ettiğim gibi, bir toplumda şiddet kültürü ve alışkanlığı yaygın ve hukuk bu konuda yetersiz kalıyorsa orada erkeğin erkeğe, erkeğin kadına, kadının kadına ve kadının erkeğe şiddeti ortaya çıkar. Şiddet ve cinayet makul olan kimsenin benimseyemeyeceği yollar. Fakat şiddetin yaygın olduğu bir toplumda şiddet her yerdedir. Şiddet, sokakta, kahvede, kafede, toplu taşımada, zorbalığın en yaygın olduğu okullarda tartışmasız bir gerçek olduğu gibi insanların en fazla zaman geçirdikleri mekân olan evde de var. Evet, şiddetin yaşandığı yerlerden birisi de ev ortamıdır denilebilir. Ancak bu noktada, algıyı, evi/yuvayı şiddetin yegâne kaynağı ve odağı olarak gösterip yönlendirmek planlı ve ustaca bir saldırıyı gösteriyor.

Bu ülkede, aksi binlerce örnek gösterilebilse de, milyonlarca insan huzurlu ve düzenli ailelerde yaşamaktadır. Ülkemizde huzursuz ve mutsuz ailelerden çok daha fazla, huzurlu ailenin olabileceğini düşünemeyenler, yargılama ve infazı kendi aileleri veya yakın çevreleri üzerinden yürütüyorlar.

Buna ek olarak kadına, sadece kocası veya babası şiddet uyguluyor deniliyorsa fotoğrafın diğer tarafı gizlenmiş olur. Kadına, “sevgilisi”, “erkek arkadaşı”, iş arkadaşı şiddet uygulayabiliyor veya bazen de tam tersi olabiliyor. Bu örnekleri diğerlerinin arkasına gizlemek bana ideolojik bir tercih gibi geliyor.

Diğer ülkelerde de şiddet suçlarıyla hukuk ve eğitim üzerinden yapılan mücadelenin istenilen ölçüde başarılı olamadığı görülüyor. Mesela, Deutsche Welle’nin bildirdiği bir araştırma raporuna göre (2017) 147 kadının “partneri ya da eski partneri” tarafından öldürüldüğü ifade ediliyor. Anlaşılan o ki, zayıf bulunan herkese, çocuğa, kadına, bazen de erkeğe yönelen şiddet, Türkiye’nin ve dünyanın gündeminde var ve uzun süre yine olacak.

Kadının bir anne olarak çocuğuna, ablanın kardeşe, iş arkadaşının veya okul arkadaşının kadına, erkeğe veya çocuğa şiddeti de yaşanan ihtimaller arasında. Demek istediğimiz son derece açık:

Şiddetle mücadelenin odağını kaçırırsanız ve konuyu ailenin bütün bireyleri üzerinden değil, yalnızca kadınlar üzerinden tartışırsanız şiddetin kaynağı olarak gösterilen aileye bilerek ya da bilmeyerek saldırmış olursunuz. Kadını korumak derken sadece çalışan kadını düşünüp milyonlarca ev hanımının ekonomik ve sosyal haklarına dair önerilere kafa yorulmaması doğru bir yaklaşım değildir.

Geçinemeyenlerin, şiddet uygulayanların başvurması gereken meşru bir yol var: Ayrılma veya boşanma. Ama asla şiddet değil…

 Böylece aile, şiddet ve sapmaların yaşandığı bazı kötü örnekler üzerinden ve sürekli vurgulanan “aile içi şiddet” ifadesiyle aile değersizleştirilmeye çalışılmaktadır.  Bunun yanında ülkenin kimliği, kültürü olan ve akıl ve ruh sağlığı bozulmamış ailelerinde görülmeyen; toplumun genelinde ise son derece istisnai olan, akla ve ruha zarar olan ensest üzerinden bu yıpratma ve güvensizlik pompalanmaktadır.

Aile içinde anne-baba ve kardeşler olmadan sosyo-psikolojik açıdan insanın doğal ve sağlıklı şekilde yaşamını devamı imkânsıza yakındır. İnsan için, anne-babanın ve kardeşlerin ayrı ayrı yerleri vardır ve zorunluluklar dışında birbirini asla ikame edemez.  Akıp giden gençlik yıllarının ardından yalnızlaşan, gerginleşen mutsuz insanlar aile ihtiyacını en fazla hissedenler oluyorlar. Anne sevgisinden yoksun yetişen çocuk, karşısına çıkan ilk annesine benzettiği kişiye yakınlaşır.  Baba sevgisinden yoksun yetişen çocuk da, baba figürünü doldurmak üzere karşısına çıkan ilk kişiye yakınlaşır. Halbuki anne annedir, baba da baba. Ve yerleri ikame edilemez.  Hatta sağlıklı bir toplum yapısında dayı, teyze, hala, amca ve onların çocuklarıyla temasın sağladığı güven, özgüven, rahatlık yaşanmadan bilinemez.

Evliliğin sorumlukları, acı ve mutluluğun paylaşımı, ortak hayaller kurabilmeyi içerdiğini, fizyolojik, psikolojik ve çocuk yetiştirme gibi ontolojik ihtiyaçların evliliği gerekli kıldığını söylemek gerekir. Hayatta evlenmeleri mutlaka şart olan insanlar olduğu gibi, hiç evlenmemesi gerekenler de vardır: Psikolojik, hukuki ve diğer gereklilikler bunu sınırlayabilir.

Sürekli olarak “aile” ve “şiddeti” yanyana koyarak anarak gençleri evlilikten uzaklaştırmak, soğutmak, nefret ettirmek, evlilik yaşını alabildiğine öteleyip orta yaşlara doğru çekmek,  planlı küresel bir proje değilse, olsa olsa insan doğasına ters bir “moda”dır…

Medyanın bu konudaki yayın politikası gözden geçirilmelidir: Aileyiana-baba ocağı, güvenin huzurun ve rahatlığın, mutluluğun kaynağı olarak görmek; eğitim ve kültürel kanalları kullanarak onu olması gereken doğal ve sağlıklı alanıyla özendirmek yerine,  artık yaygınlaşan istisnalar mercek altına alınarak üzerimize boca ediliyor. Ekranlarda mutlu tek bir evlilik ön plana çıkarılmazken her türlü uyuşmazlık ve şiddet gözler önüne seriliyor, serildikçe de şiddete yatkın olanları teşvik ediyor, aklına düşürüyor ve şiddeti daha da yaygınlaşıyor.

TRT’de 1974-83 arasında her hafta topluma sunulan “Küçük Ev” dizisi ortalama bir Amerikan ailesinin aile değerleri, kilise, sosyal kurallar ve Protestan ahlakı üzerine kendi değerlerini ve insani vurguları içeren ve bütün ülkenin izlediği bir diziydi. Böyle bir dizinin veya benzerinin Aile, Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı, Milli Eğitim Bakanlığı, Kültür ve Turizm Bakanlığı, Diyanet İşleri Başkanlığı veya diğer bir kurum tarafından bugüne kadar çekilmemiş, olması ihmal edilen büyük bir alanı gösteriyor.

Daha önce de belirttiğimiz gibi, Aile, Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı ismi ve çatısıyla yanlıştır. Kadını sadece çalışma ve sosyal hizmete indirgeyen bir yanlış anlayışın ürünüdür. Aile, Kadın ve Çocuk Bakanlığı kurulması önerimi tekrarlayarak bir bütünün içinde ama her birini ayrıca korumak üzere anlamlı bir kombinasyon oluşturarak işe başlanmalıdır…