Rus Donanması’nın Kırım’daki Kerç Boğazı’nda Ukrayna savaş botlarını vurması ile başlayan tansiyon giderek artıyor. Rusya’nın Kırım’ı dört yıl önce topraklarına katmasıyla başlayan süreç böylece yeni bir aşamaya girdi. Başta ABD olmak üzere Batılı ülkelerin Rusya’ya karşı aldığı yaptırım kararları, Rusya’nın bu yayılmacı siyasetini dizginlemek amacını taşıyor şüphesiz.

Rusya, Kafkasya’daki varlığını sağlamlaştırdıktan sonra, Ukrayna’nın doğu kentlerini ve Kırım’ı işgal etti. Şimdi Karadeniz’de Batı destekli Ukrayna’nın varlık göstermesini istemiyor. Bir yandan Polonya’yı tehdit ediyor. NATO ise Polonya’ya askeri yığınak yaparak, Rusya’nın ilerleyişini durdurabileceğini düşünüyor. ABD “Atlantik Çözüm Operasyonu” adıyla Baltık Denizi kıyılarında sürdürdüğü askeri sevkiyatı uzun bir süre önce başlatmış durumda.

Bu gerilimlerin kısa süreli sıcak çatışmalardan, bir 3. Dünya Savaşı’na evrilebileceği korkusu tüm dünyayı sarmış durumda. I. Dünya Savaşı’nın neticelenmediği, II. Dünya Savaşı sonrası oluşan dengelerin ise BM Güvenlik Konseyi yapısı örneğinde olduğu gibi dünyaya huzur getirmediği bir vasatta yeni bir savaşın gelmesi kaçınılmaz.

Sorun, bizim nerede duracağımız.

1677’den 1918’e kadar tam 13 defa savaştığımız Rusya’nın bu emperyal siyasetinin en büyük mağduru şüphesiz biz olduk. Balkanlar’ı ve Kafkasya’yı Ruslar sayesinde kaybettik. Fakat tarihin bir cilvesi ki, eğer Rusya’da Bolşevik devrim olmasaydı, İstiklal Harbi’nde Yunan’ı bozguna uğratamayabilirdik. Milli Mücadelede Rusya bize, köstek olmak bir yana, destek dahi olmuştu.

Bağımsız düşünebilen liderlerimiz sayesinde kimi zaman, sömürgecilerin kendi aralarındaki hesaplaşmalarını makul ve soğukkanlı bir siyasetle kendi lehimize çevirmeyi başarabildik.

Türkiye küresel güçlerin maşa olarak kullandığı “terör”le büyük bir savaş yürütürken, üstelik milli silah endüstrisi henüz yeni toparlanırken girişebileceği her türlü macera bize tıpkı 1918 günleri gibi bir felaket getirecektir.

Ülkemiz, bir süredir izlediği başarılı diplomasi sayesinde, Rusya ile iyi ilişkiler tesis edip, Suriye’de ABD destekli teröristlere karşı mevzi kazanırken; bir yandan Rusya’nın Kırım’daki işgalini reddeden bir tavır sergileyebildi. Ukrayna ile ilişkileri bugüne kadarki en üst düzeye taşımayı da başardı.

Bir yandan Rusya’nın Suriye’deki ilerleyişini dizginlerken, bir yandan da ABD’nin Esed rejimi karşısında aldığı tavrın değişmemesini sağladık. İran’a yönelik yaptırımlara karşı çıkarken, İran’ın Suriye, Yemen ve Lübnan’daki varlığına itiraz ettik. Bu varlığın geriletilebilmesi için elimizden geleni yapmaya çalıştık.

Yaşadığımız coğrafyadaki karmaşık ilişkiler ve her geçen gün değişen dengelere göre ilkelerinden büyük ölçüde taviz vermeden, koşullara göre yeni stratejiler geliştirmeye çalıştık. Türkiye’nin bölgesinde aktör olarak kabul edilmeye başlaması, izlediği bu çok yönlü ve barış temelli siyaset sayesinde mümkün oldu.

Aklını Batı’ya kiraya vermiş, körü körüne Rus düşmanlığı yapan NATO’cular gibi, gerçekte var olmayan “Rus-İran-Çin paktının yanında olmalıyız” diyerek ülkemizi maceraya sürüklemeye çalışanlar da, Türkiye’nin selametini düşünmüyorlar. Çünkü, bu kişilere ve çevrelere göre Türkiye bağımsız bir siyaset izleyemez. Oysaki, 2009’dan bu yana izlediği bağımsızlaşma siyaseti ile Türkiye, dengeleri kendi lehine çevirme konusunda büyük başarı elde etmiş durumda.

Ne Batı’nın ne de Rusya’nın himayesi ve yönlendirmesiyle değil, tam bağımsız ve güçlü iradeyi merkeze alan bir anlayışı savunmak hem ibadi hem de tarihi sorumluluğumuz.