İnsanı anlatan ilk metinlerle haşir neşir olanların birleştiği hakikat şu: “Aslında insanın temel yapısı değişmedi.”

Kutsal metinlerden destanlara, şiirlerden hikâyelere hemen hemen bütün metinler aslında insanın korkularını, heveslerini, doyumsuzluğunu, yok etme arzusunu, kendini gösterme çabasını, onur mücadelesini, şan ve şöhret yarışını, öfkesini, kıskançlığını yazdı bugüne dek; bugün de dâhil buna.

Hep görülerek şaşırılan bir insan varsa insanın geçmişini ya da geçmişteki insanı bilmemekle kaim bir de zihin vardır. Oysa geçmişteki insanı anlatan bütün metinler, okunduklarında ne kadar güncel olduklarını çok net gösterirler.

Habil ile Kabil hikâyesinde ifade edilen hem katile hem de maktule ait duyguların, bugün farklılaştığını iddia edebilir misiniz? Peki ya hazmedilmemiş bir gücün insanı nasıl çiğleştirdiği gerçeği hâlâ aynı yerde değil mi? Sahi, kazanma hırsıyla hareket eden doyumsuz bir tacirin, çıkarı uğrunda insan onuru da dâhil çiğneyemeyeceği hiçbir kutsalın olmadığı gerçeği nerede duruyor? 

Evet, bu sorulara “insan hamı” üzerinden alacağınız cevabın, Kabil’den buyana değişmeyen bir cevap olacağını ifade etmek yanlış olmayacaktır; belki şu ilaveyle: gelişen bilgi imkânlarının sağladığı bir zeminde kazanılan formasyonla, gerçek niyetlerin kamufle edilmesindeki ustalıkta bir ilerleme olduğu gerçeği.

Hak ile batılın mücadelesinde elbet bir de “hak” tarafı var. Bu da insanın “olmuş” tarafını ifade ediyor. İnsan, bütün hamlıklarından kurtulup, onları davranışlarında olabildiğince öldürmeyi ulvi bir amaç olarak belirliyor. İnancın ve sosyal hayatın getirdiği erdemlerle hamlıkları pişirmek, önemli bir irade gerektiriyor; dahası “vazgeçebilme”yi…

“Kanaati öncelemek” her babayiğidin harcı değil elbette. Nitekim bugünler bunun en önemli şahidi. Ülkesinin uluslararası itibarını, İslâm coğrafyasının birlik ve beraberliğini dolara peşkeş çeken bir zihniyet, kanaatin ne demek olduğunu bilebilir mi? Üstelik “En büyük zenginlik kanaattir” diyen bir Peygamber’e (sas) “iman” da etmişken.

“İnsan hamı” gerçekten hiçbir şeyin hamına benzemiyor yani; acısına acı, hazımsızlığına da hazımsızlık benzetmek çok zor.

Ham insan ya da insan hamı birde “meşru”laştırmaya görsün; yiyemeyeceği hiçbir haram, yok edemeyeceği hiçbir can yoktur o vakit. Zira hakikat bu olmasaydı Suriye’de bebekler, yaşlılar dâhil bir milyon insan ölür müydü? Ya Arakan’da, Afrika’da, Irak’ta, Libya’da, Bosna’da hatta zulme uğramış başka inançlara mensupların da olduğu daha pek çok yerde.

Üstelik insan hayatı ve onuru, “insan haklarıbeyanname”leri, uluslararası hukuk safsataları ve kutsal metinlerdeki “Öldürmeyeceksin!” emirlerine rağmen ama bunlara da inandığını söyleyenler tarafından ihlal ediliyor; ne yazık ki “meşru”laştırma da yine bu metinlerin “işgüzarca” yorumlanmasıyla sağlanıyor.

Yöntem ne olursa olsun “amaca uygun bir meşrulaştırma” her katilin öncelediği bir yol. Meşrulaşma olmadığında, vicdan farklı işlese de akıl sağlığı korunamaz çünkü. Eğer biri akıl hastası değilse yapacağı bir kötülüğü önce zihninde meşrulaştırarak yapıyor yani.

Gerçeğin fotoğrafı şu sonuç olarak: Hakikatin sapmadığı yerden bakıldığında bütün bu katliamları yapanları, zulmü uygulayanları, hırsızlık yapanları hatta trafiği terörize edenleri, işini savsaklayan işçiyi, memuru ya da yöneticiyi, yaptıklarından haberdar değilmiş gibi dinlediğinizde sizi bile haklı olduklarına inandırabilecek kadar meseleyi sindirmiş olduklarını görürsünüz.

Elbette geneli kastetmeyen ama tıpkı sanal medyada “derviş”, sokakta sabırsız, doyumsuz, öfkeli binlerce insanın diğer herkesi yanılttığı gibi… Oysa Mevlana; “ya olduğun gibi görün ya da göründüğün gibi ol” demişti.

Yaşadığı gibi inanmayı önceleyen, kapitalizmin kıskacına takılmış seküler “Müslüman”, artık “vehmine” iman eder hale geldiği için aileyi, dostluğu, kardeşliği hatta ümmet olmayı tehdit eden bir karakter de üretmeye başladı.

Bu karakterin en acı yanı ise, acıma duygusunu, “meşruiksiri”yle yenmiş olmasıdır. Yani; “kulağı yoktur duyamaz, gözü yoktur göremez ve kalbi yoktur hissedemez…”

Aklını, fikrini, zikrini ve onlara bağlı bütün ulvi değerlerini koruyabilenlere selam olsun!