Ordular, yalnız askerlerinin sayısal çokluğu ya da silah güçleriyle değil, imajlarıyla var olurlar. Aslolan ne büyüklükte bir orduya sahip olduğunuz değil, ne ölçüde caydırıcı ve düşmanı korkutucu olduğunuzdur. Türk Ordusu’nun Suriye’deki varlığı operasyonel kabiliyetlerinin “çok ötesinde” bir anlam taşıyordu. Bayrağımızın dalgalandığı her yer, mazlumlar için güvenilir bir toprak anlamına geliyor; düşmanlarımıza ise korku salıyordu. İdlib’de askerlerimize yönelik saldırının altında, işte bu “güçlü imajın yok edilmesi” vardır.

33 şehidimizin kanı kurumadan “Şam’daki şeytan vurulmaz” ise, bölgemize yayılmış olan ateşi Suriye topraklarında değil, Anadolu’da göğüslemek zorunda kalırız. PKK‘nın 1980’den bu yana Esed rejiminin desteğiyle büyüyüp serpildiği Suriye’de48 bin kilometre karelik bir bölgede hâkimiyet kurduğu vasatta, hala Suriye’de bulunma gerekçemizi kendi kamuoyumuza dahi anlatamıyorsak psikolojik üstünlüğü kaybetmişiz demektir.

RUSYA BEDEL ÖDEMEDEN MASAYA OTURMAZ

Bu alçakça saldırının sayısı 50 binlere düşmüş, çapulcu sürüsü görünümündeki Esed rejiminin ordusu tarafından yapıldığı boşbiriddiadan başka bir şey değil. Rusya her ne kadar reddetse de, saldırı doğrudan Rusya’nın işareti ile yapıldı. Bu gün gibi açık.

Rusya ile 17. yüzyıldan bu yana 13 defa savaştık. Kimilerinde zafer kazandık, kimilerinde ise telafisi zor bozgunlara uğradık. Öğrenmemiz gereken tek bir şey oldu: “Rusya ağır bedel ödemeden” asla masaya oturmaz. Diplomatik kanallar, ancak bedel ödettikten sonra işe yarar. Biz ise savaşta kazanıp, masada kaybedenler kulübündeniz. Baltacı Mehmet Paşa, 1711’de Rus Çarı Petro’yu Prut Nehri’nde tüm ordusuyla birlikte yok etmek üzereyken, diplomatların kulağına üfürdüğü “yeniçeri ayaklanması” korkusuyla Katerina’nın gönderdiği küçük hazineyi alıp barış yolunu seçmişti. Rus Ordusu ise aradan 20 yıl geçmeden Kırım’ı yerle bir ederek cevap verdi.

Sürekli olarak itidal, suhulet çağrısı yapan diplomasi tellallarının bizi getirdiği nokta budur. Eğer, Suriye topraklarına 2016’da değil, 2013’de girseydik bugün PKK’nın kontrol ettiği topraklardan bahsetmiyor olurduk. Ülkemizde 4 milyon mülteciyi ağırlamak zorunda kalmaz, güvenli bölge tüm terör örgütlerini Anadolu’dan uzakta tutmak için “tampon bölge” olurdu. Bununla da kalmaz, sınırımız boyunca milyonlarca Suriyeli gönüllü olarak ribat tutar; “Arap ırkçısı Baas rejiminin” yok etmeye çalıştığı Bayırbucak yeniden tarih sahnesine çıkardı. Fakat olmadı. Geç kaldık.

BU DEFA GEÇ KALMAYALIM

Bugün, kararlılığımızı ve Türk Ordusu’nun varlığını test etmeye çalışan Rusya ve İran’a karşı içeride ve dışarıda net bir duruş sergilemez isek, ne PKK’nın terör devletini engelleyebiliriz, ne de Fransa’nın 1920’de kurduğu Alevi Devleti’nin yeniden Hatay’ın dibinde kurulmasını.

Artık Türkiye için İdlib sorunu olmamalıdır. Şam’dan, Der’a’ya kadar Esed rejimine ait ne kadar askeri nokta varsa, Türk Ordusu’nun hedefinde olmalıdır. Büyük Türk hakanının dediği gibi, “eğer sınırlarınızda sorun varsa, genişletin”

İtidal, suhulet ve diplomatik yollarla çözüm elbette yadsınamaz. Lakin, masaya güçlü bir şekilde oturmak, ancak sahada düşmanlarımızı bozguna uğratmakla mümkündür.