Malumunuz, bendeniz 7 Haziran seçimlerinde AK Parti Bursa’dan 12. sırada aday, ardından 1 Kasım’da yapılacak olan tekrar seçim için de aday adayı idim.
İlkinde seçilemedim, ikincisinde listeye giremedim.
Bu süreçlerde merkezinde gazetemiz Diriliş Postası’nın, daha doğrusu gazetemizin genel yayım yönetmeni aziz ve sevgili dostum Hakan Albayrak’ın bulunduğu birtakım tartışmalar cereyan etti.
Bulunduğum konum tabir yerinde ise ‘topa girmeme’ uygun değildi.
Hayır, sakın yanlış anlaşılmasın, bazı şeyleri gözetip daha doğrusu pragmatik davranıp meselelere müdahil olmamam söz konusu bile değildir.
Hassasiyet göstermemin nedeni, olumlu ya da olumsuz kanaat belirtmem halinde, ‘bir yerlere selam çakıyor’ değerlendirmesine kapı açılması ihtimalinden kaynaklanan endişem idi.
Şimdi artık hiçbirisi söz konusu değil.
Şu hususu ilgililere deklere ettiğim için burada yazmakta sakınca görmüyorum doğrusu.
Mezkur süreçlerde bana, farz-ı muhal, altını çizerek tekrar ediyorum, farz-ı muhal; “Listenin başındasın, hükümet kurulursa da bakansın, yalnız Diriliş Postası’nda yazmayacaksın” denseydi, tercihim kesinlikle gazetem olacaktı.
Abartılı bir tepki olduğunu mu düşünüyorsunuz?
Bilen, biliyor deyip, arkasını tartışmayacağım.
Gelelim topa girmediğim husustaki kanaatime.
Şimdiye kadar olduğu gibi, bu hususta, yine kanaatimi belirtmeyeceğim.
Bunun, “bir yerlerle” uzaktan yakından bir ilgisi yok. Sadece ve sadece “ilkesel duruşla” alakalı…
Hepsi bu!
Yalnız, Hakan Albayrak ismi üzerinden yürütülen tartışmalara ve spekülasyonlara değinmeden geçmeyeceğim.
Sevgili Hakan, kimilerine göre doğru, kimilerine göre yanlış bir mülahaza yürüttü ve bunu da tüm içtenliğiyle kamuoyu ile paylaştı.
Bize, doğru bulanlara da yanlış bulanlara da saygı göstermek düşer.
Saygı göstermediğim, Hakan Albayrak’a yöneltilen suçlama ve linç operasyonudur!
Bilen bilmeyen, ehil olan olmayan birçok kimse, resmen zulmettiler bu gelişmeler muvacehesinde.
Kimin, hangi mülahaza ile bu linç operasyonuna katkı verdiği hususuna girmeyeceğim zira yapacağım her değerlendirme “zan” içerecektir ve ben ayetin emrettiği gibi “zannın çoğundan” uzak duracağım.
Yalnız bu zevata şunu hatırlatmakla yetineceğim.
Hakan Albayrak 47 yaşında.
15 yaşından beri bu davanın bir neferi ve (yakından tanıklık etmiş olmama hasebiyle) konuşanların çoğundan daha fazla emeği ve hizmeti geçmiştir davasına.
(“Daha fazla” lafın gelişi. Bu tartışmalara bulaşanların kahir ekseriyeti ile kaabil-i kıyas bile değildir).
Şimdi gelelim kendi meselemize.
Konuya geçmeden önce şu noktaya hasseten vurgu yapmak isterim.
Bendenizin dava bilinci, çocuk denecek yaşta okuduğum “Hayat’u-s Sahabe” ile vücut bulmuş, son dönemin sembol şahsiyetlerinin muhteşem tavırlarına duyduğum hayranlıkla da pekişmiştir.
İmam (Şeyh) Şamil, İskilipli Atıf Efendi, Şeyh Said, Bediüzzaman ve Malcolm X, duruş konusunda rehberlerim oldu ve mukavemet duvarıma tuğlalar döşediler.
Ve en son Aliya bu duvara attığı şık örtüyle kombinasyonu tamamlamamı sağladı.
Davama, karınca kadarınca hizmet etmeyi vazife bildim hep…
Ve fakat mümkün mertebe; “nokta kadar menfaat için virgül gibi eğilme” şiarına yaslanmaya çalıştım.
Bu mukaddimenin ardından, anlatmaya çalışacağım husus için bir hikayenin yardımına müracaat edeceğim izninizle.
Ömer Seyfettin’in “Ferman” isimli hikayesini bilirsiniz.
Bilmeyenler için internetten derlediğim kısa bir özet geçmek istiyorum.
Sefere çıkmış Osmanlı ordusu yağmur altında kalmıştır. Ordu mola verir. Konak yerine geldikleri hâlde, padişahın çadırı yoktur. Otağcılar da ortada bulunmamaktadır, herkes, padişahın çadırının kaybolduğunu söylemektedir. Ordunun önde gelenlerinden yiğit Tosun Bey, bu duruma çok şaşırır. Hiddetinden haykırmaktadır. Koskoca padişaha layık olmayan bir durumdur çünkü.
Mahmut Çelebi ve Perviz Efendiye: “İki konak arasında bir otağı yapamayan biri nasıl devleti idare eder?” der.
Tosun Bey, normalde padişahını çok seven biridir. Hiddetinden bu şekilde konuşmuştur.
Sadrazam, bir süre sonra Tosun Bey’i çağırır, ona bir ferman verip Niş beyine götürmesini söyler.
Tosun Bey, fermanı yolda okur.
Fermanda kendisinin idam edilmesi emredilmektedir.
Önce çok sinirlenir, kendisi gibi eşine ender rastlanan, vatanı için çalışan birinin nasıl olur da idam edileceğini anlayamaz.
Sonra emre itaat eder ve fermanı hiç okumamış gibi Niş beyine götürür.
Niş Beyi onu hürmetle karşılar. Ona kıymak İstemez.
Bunun Mahmut Çelebi ve Perviz Efendi gibi entrikacıların padişahı kışkırtmasından kaynaklandığını anlar.
Tosun Bey, tüm teslimiyeti ile padişahın emrinin yerine getirilmesini söyler ve bunun için gerekirse kendisini vurabileceğini ekler…
Sonuç: Emir yerine getirilir!
Şimdi, mukaddimeyle bu hikayeyi birleştirip, kendi değerlendirmemize geçelim.
Yazının başında dikkat çektiğimiz hadise cereyan ettikten sonra, bendenizin listeye giremeyeceğini ima eden birçok tanıdık oldu.
Açık söylemek gerekirse ben de öyle düşünüyordum.
Bunun üzerine önce eşim ve çocuklarımla konuyu değerlendirdik.
Onlara, meselenin milletvekili vesaire olmanın çok ötesinde bir anlam taşıdığını anlatmaya çalıştım.
Konuya girerken 1400 yıllık davamızın bugünkü bayrağının Erdoğan olduğunu anlattım.
Bu nedenle de her hal ve şartta onu desteklemenin boynumuzun borcu olduğunu ifade ettim.
Bunun için de kendi nefsimle ilgili olan bu hususa özellikle değindim.
Söylediğim şuydu.
“Var sayalım ki, liste Reis’in önünde ve özellikle de benim ismimim çizilmesini istiyor.
Buna rağmen bizim yapmamız gereken behemehal onu savunmaktır. Zira bizim ahdimizde pazarlığa yer yoktur. Şu kritik süreçte elimizden ne geliyorsa ve hatta biraz da bu durumun yüklediği sorumlulukla, daha fazla gayret içerisinde olmalıyız.”
Şunu hemen eklemek isterim ki, bu hususa dair hiçbir bilgi sahibi olmadığım gibi tarafıma ulaşmış herhangi bir duyum da yoktur. Bu, sadece meselenin ehemmiyetine vurgu yapmak için kullandığım “en kötü” senaryodan ibarettir. Zandan kaçındığımı hasseten beyan etmek isterim, yoksa, Reis’in işi gücü yok da bizimle mi uğraşacak…
Sonrasında bunu konuşabildiğim herkesle paylaştım.
Sakın yanlış anlaşılmasın, Bunu yaparken (Allah’a sığınırım), kahramanlık filan yapıyor değilim.
Benim vazife ve dava telakkim budur!
Maksuduna ve muradına erişemeyince, gâvurlarla ve İslâm düşmanlarıyla iş tutma pahasına yahut zaaflarına ve arzularına yenik düşmüş birtakım İslamcı eskilerinin, yani bir anlamda haysiyetinden ve adalet duygusundan soyunarak, karşı cepheye geçip amansızca ve zalimce ateş edecek tıynetteki zavallıların düştüğü zilletten, her daim Allah’a sığınmış birisi olarak, bu vazife telakkisini hep diri tutmaya çalıştım zihnimde.
Üstelik, milletvekili olmak gibi bir muradım da olmadı…
Beni buraya “itenler” de yakın tanığıdırlar.
Bizim için Reis Tayyip Erdoğan, fani bir insan olan Tayyip Erdoğan’dan çok daha fazla bir anlama sahiptir.
Yukarıda da ifade ettiğim gibi ‘davanın bayrağıdır’ ve işte bu yüzden biz; “Bayrak inmez, ezan susmaz!” diyoruz.
Bugün eğer, bütün bu tartışmaları yapabiliyorsak bunu, Tayyip Erdoğan’ın, Gezi’den itibaren 17-25 Aralık operasyonunda ve bildiğimiz bilmediğimiz diğer tüm kalkışmalardaki duruşuna borçluyuz.
Netice-i kelam:
Biz, ütopik görülse de yahut fazla hamasi bulunsa da davamızı böyle anlıyoruz.
Hatta bunun dillendirilmesinin, ruhunu şeytana satmış ve hayatı sadece çıkar ilişkisi zanneden nadanlar güruhunca düpedüz “yalakalık” olarak değerlendirileceğini de biliyoruz.
Bunlara ve böyle düşünen herkese, yüzümüzün tamamını kaplayan tebessüm eşliğinde ve ayetin öğretisiyle; “Selam!” deyip geçiyoruz elbette.
Bununla birlikte sarf-ı nazar ettiğimiz şeylerle hikayedeki Tosun Bey’in fedakarlığını, katiyen mukayese ediyor değilim.
Yalnız şu var ki, bendeniz de Hakan Albayrak da Tosun Bey’in içtiği sudan içtik.
Bizi, aynı anne, ümmet anlayışıyla mezcolunmuş İslam medeniyeti fikriyatı emzirdi.
Bundan ötürüdür ki, davamıza sımsıkı bağlılığımız çerçevesinde; “Ben eğrilirsem kim düzeltir?” sorusunu soran Halife Ömer’e; “Şu kılıcımın ucuyla ben!” diyebilen, statüsü “kölelik” olan siyahi sahabenin, aydınlattığı yolda yürümenin şeref olduğuna iman etmişiz.
Meselemiz bütünüyle bundan ibarettir.
Çok şükür ki, böyle.
O halde, durmak yok, yılmak yok, hele de küsmek hiç yok, bu kutlu yola devam inşaallah!