Tarihte imparatorluklar çok farklı dini ve etnik yapıların bileşiminden meydana gelmişlerdir; hükmeden bir hanedan olsa da çok geniş coğrafyalara yayılan bu hâkimiyet biçiminin çatısı doğal olarak, çok heterojen bir demografiyi kapsamak zorundaydı…
Her imparatorluk, hanedanın inanç ve değerler sistemine göre çok farklı yönetim biçimleri sergiledi…
Roma, Pers, Selçuklu, Osmanlı ve daha nicesi, ortaya koydukları uzun yıllara sâri yönetim anlayışlarıyla da bugüne bir hafıza bıraktılar…
Bu hafızayı her imparatorluk açısından bir “vasat” olarak değerlendiriyoruz elbette; bütün detaylara hâkim olamayacak geniş kitleler açısından…
Fakat bilim dünyası -kendi uzmanlık alanına göre- kayıt altına alınmış olanları, her türden detayı ile radarına almış durumdadır; daha yapılması gereken bir hayli çalışmaya olan ihtiyacı da bilerek…
İmparatorlukların çoğunda “kuruluş” mutlaka bir mitolojiye bağlanmıştır; bu, belki kurucu hanedanın ne denli “özgün” olduğunu ve gücünü sadece kendinden aldığını vurgulama çabasıydı…
Bu tutum sadece orada kalmadı, ulus-devletler de mitolojiler ürettiler; kendilerini hiçbir ulusun hatta bazen kendi ulusunun kurduğu devletin bir devamı olarak dahi görmek istemedikleri için bu yola çokça başvurdular…
Üstelik farklı hanedanlara ait bazı hikâyelerin çok fazlaca benzerlik göstermesini dahi göz ardı edebildiler; bu bir bilgisizlik değil idiyse taklit edenler için oldukça “mit”i ele veren bir tutuma tekabül ediyor…
Mesela Roma’nın kurucuları olarak kabul edilen Romulus ve ikiz erkek kardeşi Remus’u da bir kurdun beslediğine inanılır; bunu hemen hatırladınız değil mi?
Türklerin, Ergenekon’da başlayan varlığı da “Bozkurt Destanı” ile Asena adlı bir kurdun büyüttüğü çocuğa bağlanır…
Hanedanların ya da ulusların çoğu mitolojilerle, efsanelerle, rüyalarla kendileri çok derin tarihlere götürüler; Osmanoğlu, Bourbon, Romanof ve daha birçok hanedan için benzer yazın türlerine kaynaklarda çokça rastlayabiliriz…
Bu tarihsel arka planı burada bırakarak, Osmanlı Hanedanı açısından insana ve yurttaşa bakışı kadraja almak isterim…
Bu çerçeveden bakınca her hanedanın soyluluğa, yurttaşlığa bakışı elbette farklıdır…
Bu noktada İslâm inancıyla bezeli Osmanlı, diğerlerinden çok farkı bir yerde duruyor; Müslüman imparatorlukların en tekâmül etmiş hali olarak…
Hatta kast sistemlerinin olduğu ve doğuştan getirilen yurttaşlık türlerine de çokça rastlanır…
Her imparatorluğun, Roma’da meşe ağacının yapraklarıyla süslenmiş, “Corona civica” yani “yurttaşlık tacı” ile ödüllendirilmiş şeklinde olduğu gibi, çeşitli statüleri de olmuş…
Fakat Osmanlı, kendi dönemsel koşulları da düşünüldüğünde çok açık bir yöntem izlemiş ve hiçbir kompleks duymadan, gittiği her coğrafyada da bunu sürdürmüştür…
Gerek Arap coğrafyasında gerekse Gayri Müslim yurttaşlarının oldukça fazla olduğu Balkanlarda, yerel sistemlere entegre oluşu ve asla asimilasyon politikası izlememesi, diğer imparatorluklara göre Osmanlı’yı adeta “yurttaşlık haklarının bir pınarı” haline getiriyordu…
Bu ifadenin abartılı olmadığını, Osmanlı’nın Balkanlardaki politikalarını inceleyen bölge tarihçileri, yaptığı çalışmalarla ortaya koydular…
Sert politikalarıyla bildiğimiz IV. Murad’ın bile Yunanlılar üzerinde ne kadar büyük bir hayranlık uyandırdığını, Yunan tarihçi Herkül Milas ve Johann Strauss Yunan Kroniklerini inceleyerek ortaya koydular…
Antonina Zhel Yazkova, Fatih Sultan Mehmed’in başveziri Mahmut Paşanın Balkanlarda adeta bir “aziz” olarak görüldüğünü yazar…
Aynı müellif, 19. yüzyılda başlayan ve asla tarafsız olamayan çalışmaların gölgelediği alanı aydınlatarak, insaflı bir çalışmayla Osmanlı’nın Bulgarlara karşı izlediği politikaların ne denli insani olduğunu ortaya koyar…
Din değiştirme konusunda da asla bir baskının yapılmadığını, yine aynı bölgenin yazarları Arnavutluk, Bosna-Hersek, Macaristan üzerine yaptıkları çalışmalarla ortaya çıkardılar…
Balkan Yahudilerinin de, Osmanlı yurttaşı olarak yaşamları incelendiğinde, Hristiyan toplumlardakinden çok daha rahat bir hayat sürdükleri ve adeta ayrıcalıklı oldukları vurgulanıyor…
Osmanlı’nın hüküm sürdüğü coğrafyanın toplumları, kendi inançlarını ve dillerini kaybetmemiştir; ta ki Batılı sömürgecilerin istilası onları vurana kadar…
Bunu bizlerin söylemesi belki taraflılık olarak algılanabilirdi; ama bu hakikatin, başta önemli Macar tarihçi Lajos Fekete olmak üzere, isimlerini sayamayacağım kadar çok ve bölgenin kendi tarihçisi tarafından ortaya çıkarılması ayrı bir değere sahip…
Bu “hak” teslimi, Balkanlar üzerine çalışan -başta büyük tarihçimiz Halil İnalcık olmak üzere– kendi tarihçilerimiz için de geçerlidir…
Bugün -canları yandığı için- “Keşke bizde Batı’ya asimilasyon yapsaymışız” diye serzenişte bulunanlar var; ama bu asla yürekten söylenecek bir “keşke” olamaz; o zaman neyle iftihar edecektik?
Ve istilacılardan, ne suretle ayrılacaktık?
İyi ki, insana “insan” olarak bakabilmişiz!
Bu “iftihar vesilesi” miras, müteşekkir olmayı gerekli kılar…