Oryantalizm ne değildir?

“Oriental Studies” (Doğu Araştırmaları) olarak literatüre geçen Oryantalizmi bir sanat akımı, bir sosyal değerlendirme, bir toplumsal analiz dalı gibi basitçe ele almak, tarihî değişim ve dönüşümleri inkâr anlamına gelecektir. Çünkü Oryantalistlerin hedef sahaları olan coğrafyaların gelenek, inanç ve temel prensiplerinin değişim ve dönüşüm süreçlerini öncesi ve sonrası olarak incelediğimizde varacağımız netice, bize kültür, inanç ve kaynak sömürgeciliğini işaret etmektedir. Çünkü Oryantalizmin (Şarkiyatçılık) doğum tarihi ile Batı’nın sömürgecilik tarihi hemen hemen aynı zamandadır.

Masum bir etüt dalı olarak işlevini bugün dahi sürdüren ve literatürde varlığını koruyan Oryantalizmin periyodik uygulamaları bir tüzük, bir kurallar dizini, bir skala ve manifesto olarak belirtilmediği hâlde, Batı’nın göz diktiği, el attığı her coğrafyadaki değişim ve dönüşümlerin ortak sonuçları bize profesyonel bir üst aklın varlığından ve bu etüt dalının siyasî bir sistematiğe sahip olduğundan söz eder. İşte bu ispat neticesinde Edward Said, “Oryantalizm, ‘sömürgeciliğin keşif’ koludur” tanımını yapar.

İngiliz sömürgesi Hindistan, sömürge mazisi ile tam da bu cümlenin ispatını sunar bize! İngilizler, kıtalar ötesinden Hindistan’a gelip o coğrafyaya külliyen sahip olmanın maliyeti ile değiştirip dönüştürmenin mahiyetini kıyaslamış, fethetmek yerine Hint giysileri içinde İngiliz ruhu taşıyan entelektüel ajanları vasıtasıyla Hindistan’ı ipeğinden incisine, kumaşından zümrüdüne, petrolünden demirine, altınından kömürüne, aklından fikrine sömürmüştür. Hindistan, Batı’nın sömürgecilik maharetini tezgâhladığı coğrafyalardan sadece biri, ilki ve en belirgin olanıdır.

***

Sömürebildiklerini sömüren, sömüremediklerini mezhep çatışması, fikir ayrılığı, terör belâsı ile birbirine düşürerek kutuplaşmalardan iç savaşlar üreten Oryantalizmin en sinsi metodu ise, ilgilendiği ülkelerin toplumuna Doğulu kompleksini bir virüs gibi enjekte etmektir.

Bağışıklık sistemini korumak için mazisindeki inanç ve kültürel kodlarıyla beslenmemiş, tarihinden ibret almamış, dinine kulaklarını ve kalbini kapamış olanlar, bu virüsü pek çabuk kabul ediyor ve sari bir hastalık gibi “Batı hayranlığı” şeklinde birinden diğerine sirayet ettiriyor.

Ülkemizde pek bariz biçimde gördüğümüz ve seyrettiğimiz bu kompleks, yazılı ve görsel basın organları, filmler, diziler ve lâdinî edebiyat ürünleri, dinî çevrelerin tahrifatı ile toplumumuzun damarlarına zerk ediliyor. Sonra aramızda modern ve yenilikçi züppeler hâlinde dolaşan sözüm ona entelektüellerden “Her şeyin en iyisi Batı’dadır, din(cilik) ilerlemeye engeldir” tarzındaki feveranlar işitmemiz de Oryantalizmin başarısıdır.

Aşırı “Batı hayranlığı” yaygınlaştıkça toplumun dokusu değişime uğramakta gecikmiyor. Ve ne geliyorsa, başımıza bu virüse karşı aşılanmamaktan geliyor. Diyeceksiniz ki, “Aşı olarak alacağımız değer de virüsün aslını barındırmıyor mu?”. Evet, tastamam barındırıyor! Aşırı sterilize olmanın hastalıklara karşı direncimizi kırması gibi, bahsini ettiğimiz “Batı hayranlığı”nın da vahameti toplum direncimizi kırıyor. Zira reaksiyon olarak geliştirdiğimiz radikal ve keskin “Batı düşmanlığı”, toplumu korumak yerine daha vahim sonuçlara vesile oluyor.

Muhafazakâr camianın düşmanlığı ifratta seyrettikçe, laik ve Kemalist camianın hayranlığı tefrit seviyeyi buluyor ve vasat bir duruş sağlayamıyoruz. Hâlbuki her iki kesim için olmasa bile muhafazakâr camianın, “Her işte ifrat ve tefritten uzak dur, vasatını tercih et! Çünkü işlerin en hayırlısı orta olanıdır” hadîs-i şerifini düstur edinmesi gerekliliğini unutuyoruz. Peygamberimizin (sav) “Aşırı giden helâk olur!” sözünü ise bir ihtar olarak görmüyoruz. İşte bu aşırılık neticesinde toplum geneli aşılanamayınca hayranlık virüsü tez yayılıveriyor!

Kimi aydın, kimi entelektüel, kimi yazar, kimi çizer, kimi halk da cereyan oluşturunca, “Batı hayranlığı” hastalığına tutulmuş olanların ateşi yükseliyor ve vahim neticelere sebep oluyor. / (Devam edecek…)