İletişim kurduğumuz çevrelerde, sıklıkla “Anlatabildim mi?”, “Sanırım yanlış aktardım!” veya “Yanlış anlaşılmak istemem.” gibi ifadeleri söyler ve duyarız. Bunun nedeni ya hâkim olmadığımız bir mevzuu aktarıyor oluşumuzdur ya da yeterince anlamadığımız bir konuya dahil olma çabamız vardır.

Bu ifadeleri kullanmadaki bir başka gerekçemiz ise nezaketten mülhemdir. Aslında anlatamadığımızdan değil, karşımızdakinin anladığından emin olamayışımızdan kaynaklanır.

Biliyormuş gibi yapanların dillerine pelesenk eylediği bir tekerleme olarak da duymuşluğumuz vardır bu ifadeleri.

Hangi cenahtan bakarsak bakalım elimizde kalacak gerçek durum değerlendirmesi şudur; bir durumu, konumu, mevzuu anlamışsak anlatabiliriz de!  Anlamamışsak, sözü evirip çevirmek, karşımızdakini incitmeme çabası bize has bir pratik olmayıp Batı’dan ithal bir nezaketten ibarettir ve ne sahicidir, ne de samimi!  

İşte, toplum içinde (varlık düzleminde) bir bireyin konumunu unvanları dairesinde tanımlamakta ve anlamakta zorluk çekmiyorken, kadının anlaşılmadığından söz ediyorsak iki kere durup düşünmek gerekiyor.

Mesela, kan bağı ile oluşan aile bağlarında fertlerin anlaşmasında, Birbirini anlayan kişilerin dost olmasında…

Patron işçi ilişkisinde,

Kurumsal hiyerarşide (ast-üst) saygının ikamesinde,

Varlıklıların zekât vermesinde,

Komşuluk ilişkilerinde ve daha pek çok iletişimimizde birbirimizi gayet iyi anladığımız halde söz konusu kadın ve erkek olduğunda neden anlaşmazlıktan söz edilir?

Son 20 yıldır, neredeyse literatüre geçmiş “Venüslü” ve “Marslı” esprisinin ardında saklı niyet acaba nedir?

Ne kadın, ne de erkek bir başka gezegenden olmadığının bilincindeyken maksadı aşan bu espri ile oluşturulmuş algı oyununa yenik düşüldüğünden uzlaşmacı değil, ayrılıkçı ve birbirinden uzaklaştırıcı kabuller gerçekleştirildiğinden olabilir mi?

Evet! Her alanda olduğu gibi bu konuda da yenik düştük ve hatta bu espriyi maharettenmiş gibi kabullendik.

Dahası, mazimizdeki medeniyetler çerçevesinden kadının konumunu netleştirmeden, Batı/l’ın ülkemizde 100 yıldır servis ettiği modern kadın imajına meylimizin “Neleri kaybetmemize neden olduğu?” sorusu üzerine düşünüp çare üretmedik.

Halbuki, modern dayatmalara kulak kesilmeden evvel bizler kadın ve erkek olarak birbirimizin tamamlayanıydık.

Öz kültürümüzdeki “Kocakarı” ifadesini komplekse sayınca, kullanımından imtina edince “baş tacı” olduğumuzu unutunca başladı hem kadının erkekle, erkeğin kadınla kompleksli biçimde restleşmesi ve hem de rakip hale getirilmesi.

Kadını baş tacı eden öz kültürümüze ne kadar hızlı sırtımızı döndük?

Bilinen bir rivayet vardır ki, hatırlamakla başlayalım kadının kocasının “baş tacı” olduğunu ve o makamın hiç yüksünmeden nasıl terk edildiğine şaşıralım.

Bir meddahtan dinlemiştim bu güzel teşbihi.

Şöyle anlatıyordu: “Koca demek bilge demektir, yüce demektir. Koca demek, dağ demektir ve Dağların yücesine kar yağar diye kadına da ''Kocanın Karı'' demişler. Ve ne kadar yüce olursa olsun bir dağ, üstünde kar olmadı mı hep eksik kalır, hep kurak kalır.

Eşim olma, karım ol! Bakma böyle ilkel durduğuna, canlar kelimelerin ruhu vardır.

Eşim değil, karım ol! Çünkü kedilerin eşi olur, terliklerinde eşi olur ama insanın eşi olmaz. Eşsizdir her bir insan! Bir ömür eşlik ediyor diye mi sevgiliye eş denir? Bakmayın şimdi evlenenlerin “karı, koca” ilan edildiğine. Koca ve onun karı olmalıdır aslında. Yani yüce bir dağ olmalı bir adam. Kar gibi pak ve masum olmalı bir kadın. Örtmeli ve bir ömür, nuru pak süsü olmalı o koca dağın.”

(Devam edecek inşallah…)