“Şey”lerin, yani ki eşyanın adını bilmekle başladı ademoğlunun imtihanı.

Adem (Hz) Rabbinin izni ile saydı kelimeleri ve melekler secdeye vardı. Hâlbuki malumdu onlara, insanoğlunun yeryüzünde “bozgunculuk yaratacağı ve kan dökeceği”…

Öyle sormuşlardı Rabbe ve aldıkları “Ben sizin bilmediklerinizi bilirim” cevabı ile kani olup, muti olup secdeye durmuşlardı Adem’in huzurunda…

Şeytan müstesna!

“Bir zamanlar…” vaki olan ve bizlere Vahy-i İlahi ile beyan edilen bu hakikat ile bildik “sözün” kıyamete kadar hükümferma olacağını.

İnsanın söylediği söz ile sefa ile eza arasında mekik dokuyup kendi ile boğuşacağını. Yenerse nefsini zalimin zulmüne ket olacağını, yenemezse mazlumun ahından nasipleneceğini bildik…

Evet önce bildik, sonra yaşayarak gördük ve öğrendik…

Tek bir söze mahkum olduk kimi zaman, “Ah bir (…) dese” diyerek inledi içimiz.

Duymak istediğimizi işittiğimizde yeşerdi çorak iklimlerimiz.

Kimi zaman söyleyecek söz bulamadık hayretten… Kurudu kalbimizin ırmakları da içimiz yangına durdu…

“Söz ola kestire başı/ Söz ola kestire savaşı/ Söz ola ağulu aşı/ Bal ile yağ eder bir söz.”  diyen Yunus’u anladık mı bilmem.

Bildiğim bir şey var ki, biz insanlar, sözleri sadece ihtiyaç halinde tüketince kurutuyoruz kalpten kalbe akarak coşacak, çağlayacak ırmakları.

Ne vakit söz söylemeyi sanattan bilirsek o vakit yeşerecek çoraklaşmış kalplerimiz. Çünkü biz, Rabbin Adem’e bağışladığı kelimelerin emanetçileriyiz. “Ya hayr söyle, yahut sus!” tavsiyesinde bulunan Peygamberin ümmetiyiz.

Ve malumunuz bizler iletişim çağındayız! İletemediğimiz duygularımız ve düşüncelerimize, tüm teknolojik cihazlara rağmen iletişim kuramadığımız bir çağın iletişim mağdurlarıyız.

Çünkü bizler, gün be gün manâ zenginliğini terk edip maddi zenginliğe talip olduğumuzdan beridir sömürülüyoruz. Halife makamında yaratıldığımızı unutup köleliğe teşne bir umursamazlığın tuzağında kıvranıyoruz.

“Birbirinizi sevmedikçe iman etmiş sayılmazsınız, iman etmedikçe cennete varamazsınız!” uyarısını dikkate almayı unutuyoruz.

İmkân çok, cihaz çok, vakit çok lakin gelin görün ki, yalnızlığımız diz boyu… Anlaşılmazlığımızdan serzenişsiz gün geçirmiyoruz.

Çok imkân, çok söz içinde, telaşlı ve sabırsızca debelendikçe battığımız zamanları yaşıyoruz.

Asli kaynaklarımıza kulaklarımızı tıkadıkça, geçmiş tecrübelere ehemmiyet vermedikçe büyüyor yalnızlığımız.

Dahası tez hırçınlaşıyoruz, çabuk taşıyor sabrımız…

Bir kıssa dillendirilir: İslam âlimlerinden birine talebeleri sorar, “İnsan neden bağırarak konuşur?” Alim cevap verir, “İki insan birbirine öfkelendiği zaman, kalpleri birbirinden uzaklaşır. Bu uzak mesafeden birbirlerinin kalplerine seslerini duyurabilmek için bağırmak mecburiyetinde kalırlar. Ne kadar çok öfkelenirlerse, arada açılan mesafeyi kapatabilmek için o kadar çok bağırmaları lazım gelir.”

Talebeleri bu defa, “Peki, iki insan birbirini sevdiğinde ne olur?” sorusunu yöneltince, o zat şöyle cevap verir; “Birbirlerine bağırmak yerine sakince konuşurlar, çünkü kalpleri birbirine yakındır, arada mesafe ya yoktur ya da çok azdır.”

Talebeler bu kez şu soruyu sorar, “Peki, iki insan birbirini daha da fazla severse ne olur?” Alim cevabı fısıldar; “Artık konuşmazlar, sadece fısıldaşırlar çünkü kalpleri birbirlerine daha da yakınlaşmıştır.”

Rabbim bizleri, söylenen değil, sözü sevgiyle söyleyenlerden eylesin ve dahi kelimelerin hikmetine erişmeyi nasip buyursun!