Bir insan size “es-selâmu aleykum” dediğinde, sözün söyleniş tarzından ve sesin tonlamasından o insanın sizi görmekten memnun ya da huzursuz olduğunu anlayabilirsiniz. Ancak bir kâğıdın üzerine “es-selâmu aleykum” ibaresini yazarsak bütün bu özellikler yok olur. “Nass” dediğimiz işte bu yazılı sözlerden oluşan metinlerdir.

Düşünce mirasımıza baktığımızda ulemanın varlığı mertebelere ayırdığını, nassı da varlık hiyerarşisinin en sonuna koyduğunu görürüz. Mesela Ebu Hamid el-Ğazzâlî (Gazali) varlığı dört mertebeye ayırır:

Birinci mertebe gözlemlenebilen olgusal varlıktır. İkinci mertebe zihinsel varlık yani somut olgusal varlığın insan zihninde oluşan sureti/fotoğrafıdır. Üçüncü mertebe dil ile ifade edilen lafzi varlıktır. En sonda gelen dördüncü mertebe ise kâğıt üzerine resmedilen yazılı varlıktır.

Kâinatta insan dışındaki tüm canlılar annelerinin karnından içgüdüsel olarak tüm donanımları hazır şekilde çıkarlar. Onların genleri bu özellikleri nesilden nesle aktarır. Dolayısıyla karınca, arı ve diğer tüm hayvanlar yaratıldığı andan itibaren kendi başlarına yaratılış amaçlarına uygun davranmaya başlarlar. Oysa insan, annesinin karnından hiçbir şey bilmez halde çıkan tek varlıktır.[1]

Varlığın ilk mertebesi, açıkça görülen gerçek varlıklardır. Buna rağmen bizler bu aşamadaki gözlemlerimize bile bütünüyle güvenemeyiz. Zira duyularımız aldatıcıdır. Bunun en büyük delili uzun asırlar boyunca güneşin bizim etrafımızda döndüğünü sanmamızdır. Üstelik bu görüşü savunmak için savaşmaya ve ölmeye de hazırdık. Bu örnek bizim ihtilaf vuku bulduğunda kendisine müracaat ettiğimiz zâtî/somut varlıklar ve olgular hakkında bile görüşlerimizi gözden geçirmemiz gerektiğini kaçınılmaz bir zorunluluk olarak ortaya koymaktadır. Oysa güneş değişmemiştir, aynı güneştir. Bizim onun hakkındaki yanlış algımız sebebiyle değişecek de değildir.

Allah Teâlâ bize nassın/metnin asıl kaynağı olarak âfâk ve enfüs ayetlerini (dış ve iç dünyamızdaki olguları) göstermiştir.[2] Nitekim Allah’ın dış ve iç dünyamızdaki varlık ve olgular için vazetmiş olduğu yasalarda asla bir başkalaşım, dönüşüm ya da değişim olmayacaktır.[3]

Tarihin akışı esnasında şunu öğrenmiş bulunmaktayız: İlk varlık mertebesinden başlayarak diğer mertebelere intikal ederken duyu organlarımız bizi yanıltmakta, dolayısıyla diğer mertebelere geçerken yanlışlar ortaya çıkmaktadır. Mesela zihinsel varlık aşamasına geçerken bazı fotoğraf ya da tasavvurlar zihnimizde hatalı şekilde yer edinmektedir.

İkinci mertebedeki zihinsel varlık aşamasına yanlış yerleşebilen bu suretler üçüncü aşama olan lafzi varlık mertebesine intikal ederken de yanılmalar olabilmektedir. Zira zihnimizdeki varlığı kelimeler yoluyla başkalarına aktarırken yanlış ya da noksan biçimde yansıtabilmekteyiz. Nice anlaşmazlıklar işte bu zihindeki varlığı kelimelerle söze dökerken ortaya çıkan kusurlardan kaynaklanmaktadır.

İşitilen bir sözü kâğıda/yazıya dökerken de birtakım zaaflar yaşamaktayız. Çünkü kelimeler katettikleri her bir aşamada ya araya kaynayabilmekte ya da aralarına fazlalıklar katılabilmektedir. Bu vasfıyla nass/metin her ne kadar kusurlu ve zayıf da olsa gerçeklerin/olguların naklinde insanların kendisinden müstağni kalamayacağı bir zorunluluktur. Nitekim yazının icadından önce insanlar zihinlerindeki varlıklarını, tasavvurlarını muhafaza etme imkânına sahip değildi. Zira öldüklerinde kendileriyle birlikte bunlar da yok olmaktaydı.

Allah’ın koymuş olduğu yasalar asla değişmez ve bozulmaz. Dış ve iç dünyamızdaki göstergelere yeniden müracaat edecek olursak Kitap’tan anladıklarımızın ne kadarının hatalı ne kadarının da isabetli olduğunu daha iyi görmüş olacağız. Evet, vahiy kesilmiştir. Ancak tarih insanlığa, toplumlara hakikati göstermeye devam etmektedir.

Kıymetli okur, bunları düşünür de doğru bildiklerini gözden geçirmeyi göze alırsan bazı kuruntularını düzeltme imkânı bulmuş olursun. Burada açıkladığım husus gerçek/olgu ile nass/metin arasındaki ilişkinin yöntemi ve bilgisidir.

Çeviri: Fethi Güngör

[1] Müellif burada şu ayet-i kerimeyi hatırlatmaktadır: “Wallâhu ehracekum min butûni ummehâtikum lâ ta’lemûne şey’en…: Sizi analarınızın karınlarından hiçbir şey bilmez bir halde çıkaran, belki şükrederler diye sizin için işitme, görme ve duyma-düşünme kabiliyeti takdir eden de yine Allah’tır.” (Nahl 16:78).

[2] Müellif burada şu ayet-i kerimeyi hatırlatmaktadır: “Vakti geldikçe insana, kâinatın uçsuz bucaksız ufuklarında ve bizzat kendi iç dünyasında âyetlerimizi göstereceğiz. Tâ ki bu vahyin tartışmasız bir gerçek olduğu herkes için ortaya çıksın. (Buna delil olarak), senin Rabbinin bu şeye şahit olması yetmez mi?” (Fussilet 41:53).

[3] Müellif burada şu ayet-i kerimeyi hatırlatmaktadır: “… fe len tecide li sunnetillâhi tebdîlâ we len tecide li sunnetillâhi tahvîlâ: Yeryüzünde kibir ve çirkin bir entrika (düzeni kurdular). Oysa ki her çirkin entrika sadece onu çevireni çepeçevre kuşatır: bu durumda onlar, öncekilere uygulanan ilahi uygulama dışında başka bir şey mi bekliyorlar? Ve sen Allah’ın yasasında bir başkalaşma göremezsin; evet sen Allah’ın yasasında bir sapma da göremezsin.” (Fâtır 35:43).  Keza bakınız: İsra 17:77.