Anlamak ve anlaşılmak arzusu, herhalde insan hayatının en mühim ve merkezi meselesidir. Hatta insanın yaratılış amacını “Allah’a ibadet” olarak belirten ayetten hareket eden bazı âlimler, aslında ibadet etme emrinin altında “anlaşılma/bilinme” arzusunun yattığı yorumunu yaparlar. Bu yönü ile bakıldığında aslında anlamak için çaba harcamanın ve anlaşılmak için gayret göstermenin mukaddes bir tarafı tezahür ediyor.
İnsanın yaşam serüvenine bu pencereden baktığımızda, hayatın bir “anlama ve anlaşılma” çabası olduğunu görüyoruz. Bu iki durum çoğu zaman tam tersi şekilde bir çaba olarak da kendini gösterebiliyor. İçinde yaşadığı kâinatı ve kendi benliğini anlamaya çalışan insan, bir başka insanı anlama konusunda bu çabadan vazgeçebiliyor. Böylece sevgi duyduğu, yakınlık kurduğu insanları anlama adına oldukça merhametli davranabilirken; ötekileştirdiği ve sevmediği insanlara karşı acımasız olabiliyor. Burada insanın sevdiği kişileri anlamaya çalıştığı, sevmediği kişileri ise anlamaktan kaçındığı sonucu çıkabileceği gibi tersi bir durum da söz konusu olabilir. Aslında bizler çoğu zaman anlamaya çalıştığımız insanları sevmeye de başlarız. Anlamak için çaba göstermediğimiz ve haliyle anlayamadığımız kişilere karşı ise ya sevgimiz azalır ya da onlara karşı öfke duyarız.
Benzer bir durum, kişinin “anlama” fiilinin nesnesi olduğu zaman da ortaya çıkmaktadır. “Anlaşılmak arzusu” ve “anlaşılmamak korkusu” insanlarla olan ilişkilerimize yön verebiliyor. Bizi anlamasını istediğimiz ya da bizi anladığını hissettiğimiz insanları daha çok seviyorken, bizi anlamaktan imtina eden insanlarla aramıza duvarlar örebiliyoruz.
Bugün yaşadığımız küresel kriz alanlarından tutun, kişilerin birbirleri ile yaşadıkları hastalıklı ilişkilere kadar birçok meselenin temelinde, “anlamak/anlaşılmak” konusundaki beceriksizliğimiz yatmaktadır. Siyasi kavgaların, toplumsal gerilimlerin, kişisel husumetlerin tarafları birbirlerini anlama konusunda samimi çabalar içine girdiğinde; tansiyonun düştüğüne ve kavgaların bittiğine şahit oluyoruz. Bundan sebep olsa gerek İslam Peygamberi(as), “tanışma/anlama”yı kendine ve ümmetine sünnet kılmıştır. Tanımadığımıza da selamı yaymamızı emretmiştir.
Bir Müslümanın Rabbini, kâinatı ve hayatı tanımak ve anlamak gibi çok mühim bir görevi olduğu ortadadır. Hatta bu “anlama” emrinin kapsamına bir şekilde muhatap olduğu her insan da girmektedir. Haliyle bir Müslüman muhatap olduğu herkesi anlamaya çalışmakla mükelleftir. Aynı şekilde bir Müslüman muhatap olduğu herkes tarafından anlaşılmak için de çaba göstermelidir ve bu çabayı mukaddes görmelidir. İslam dininde “tebliğ” ve “davet” kavramları ile izah edilen durum, anlaşılmak için gayret etmekten başka bir şey olmasa gerektir.
Kadının erkeği, ebeveynin evladını, amirin memuru, işverenin emekçiyi, yöneticinin yönetileni karşılıklı olarak anlamaya çalıştığı ve onlar tarafından doğru anlaşılmaya uğraştığı bir zeminde yaşayan insanların birbirlerini sevmemeleri için bir sebep de kalmayacaktır.
İnsanlık tarihinde bu kadar çok yazılıp çizildiği, insanların bu kadar çok konuştuğu bir dönem olmuş mudur bilmiyorum? Bunca iletişim vasıtasına rağmen insanların birbirini anlamadığı ve anlamak istemediği bir zaman olmadığından ise eminim…