Hz. Peygamber (s.a.v.) Efendimiz’in mucizelerinden birisi de İsra ve Mi’raç’tır. İsra gece yolculuğu, miraç da göklere çıkış anlamlarını ihtiva ederler.

Peygamberimiz’in Mekke-i Mükerreme’den alınıp bir “burak” ile Mescid-i Aksa’ya götürülüşü geceleyin olduğu için ona İsra mucizesi denmiştir. Yüce Allah (c.c.) bu gerçeği şöyle haber verir:

“Her türlü noksanlıktan münezzeh olan O Allah’tır ki, kulunu (Hz. Peygamber Aleyhisselâmı) gece Mescid-i Harâm’dan (Mekke’den alıp) o etrafını mübarek kıldığımız Mescid-i Aksa’ya kadar götürdü; ona, âyetlerimizden (kudretimize delâlet eden acaibliklerden) gösterelim diye yaptık. Hakikat bu: O Semî’dir = her şeyi işitir, Basîr’dir= her şeyi görür.” (17 İsra 1)

Mescid-i Aksa’da diğer peygamberlere imam olup namaz kıldırdıktan sonra göklere u’ruc etmiştir ki buna Mi’raç denir.

Allah’ın Rasûlü (s.a.v.) Efendimiz yedi kat semada pek çok manzaralara şahit olmuşlar, sonunda ise Sidre-i Müntehâ’ya ulaşmışlardır. Oraya dek Cebrail (a.s.) kendisine refakat etmiştir ama ötesine;“Bir adım daha atarsam Allah’ın nuruyla yanarım Ya Rasûlallah,”diyerek Hz. Cibril gidememiştir. Rasûl-i Ekrem (s.a.v.) ise Rabbi’nin aşk ve muhabbetiyle yanmaya razı olarak ileri atılmış ve akılların ötesinde bir âleme vâkıf olmuştur. İşte bu anlaşılması ve anlatılması zor âlemde Rabbi’ne mülâkî olmuş, O’nun Cemal’ini seyretmiş ve Ettehıyyâtü duasındaki o manâ dolu cümleler ve niceleriyle O’nunla mükâlemede bulunmuştur. İşte Mi’racın anlam ve önemi de burada ortaya çıkmıştır. Yüce Rabbimiz’in, ikram ve izzetine gark ettiği o âlemde, Habib-i Edîbini de üç hediye ile uğurlamıştır Alemlerin Yüce Rabbi. Onlar:

-Bakara sûresinin son iki âyeti;

“Peygamber, Rabbinden kendisine indirilene iman etti, mü’minler de (iman ettiler). Her biri; Allah’a, meleklerine, kitaplarına ve peygamberlerine iman ettiler ve şöyle dediler: “Onun peygamberlerinden hiçbirini (diğerinden) ayırt etmeyiz.” Şöyle de dediler: “İşittik ve itaat ettik. Ey Rabbimiz! Senden bağışlama dileriz. Sonunda dönüş yalnız sanadır.” (285)

“Allah, bir kimseyi ancak gücünün yettiği şeyle yükümlü kılar. Onun kazandığı iyilik kendi yararına, kötülük de kendi zararınadır. (Şöyle diyerek dua ediniz): “Ey Rabbimiz! Unutur, ya da yanılırsak bizi sorumlu tutma! Ey Rabbimiz! Bize, bizden öncekilere yüklediğin gibi ağır yük yükleme. Ey Rabbimiz! Bize gücümüzün yetmediği şeyleri yükleme! Bizi affet, bizi bağışla, bize acı! Sen bizim Mevlâmızsın. Kâfirler topluluğuna karşı bize yardım et.” (286)

-Ümmetinden şirk koşmadan ölenlerin sonunda cennete gireceği müjdesi,

-Beş vakit namaz.

İşte Allah’ın son Peygamberinin “gözümün nûru” dedikleri namaz son haliyle, böyle bir muhabbet âleminden sonra verilmiştir kendisine. Dolayısıyla Efendimiz (s.a.v.) her namazlarında Mi’racı hatırlamışlar, o manevî âlemi yaşamışlar, o eşsiz lezzeti tatmışlardır.

“Ettehiyyatü” duasında da görüldüğü gibi Peygamber Efendimiz (s.a.v.), yaşadıkları tat ve lezzeti, gördükleri izzeti, gezdikleri eşsiz mekânları ve seyrettikleri anlatılması mümkün olmayan Rabbi’nin Cemâlini, sadece kendilerine hasretmemişler, her fırsatta ümmetinin de bu eşsiz lâtîfe ve esrara nâil olmalarını istemişlerdir. İşte bunun içindir ki ümmetini olanca güçleriyle namaz ve diğer salih amellere yönlendirmişler ve onların da yüce Allah’ın (c.c.) Cemâl-i İlahîsini görmesini arzu etmişlerdir.

Bakınız bu manâTahiyyat duasında nasıl da ortaya çıkıyor:

Allah’ın Rasûlü (s.a.v.) Efendimiz Sidre-i Müntehâ’dan sonra ileri atılıp da Rabbi’nin huzuruna doğru yol alırken ve gözleri O’ndan gayri hiçbir şeye kaymamışken, O’nu şöyle övmüşlerdi:

“Bütün iyi işler, dualar ve hürmetler Allah’a âittir.”

Yüce Rabbi de sevgili kulunun bu övgüsüne karşılık şöyle buyuruyordu:

“Ey Nebiyyi (muhterem)! Allah’ın selâmı, rahmet ve bereketi sana olsun.”

Kâinatın Efendisi Allah’ın selâmını alırken sadece kendileri üzerine değil, ümmetinin salihleri üzerine de alıyorlardı ki bu bambaşka bir nezaketti:

“Bizim ve Allah’ın salih kulları üzerine de selâm olsun.”

Bu neş’e ve saadeti işiten Cebrail ve melekler hep birden müthiş bir perçin vururlar sonuna:

“Şehâdet ederim ki, Allah’tan başka ilâh yoktur. Yine şehâdet ederim ki, Hz. Muhammed (Sallâllahü Aleyhi ve Sellem), O’nun kulu ve Rasûlüdür.”

Bu an bambaşka bir andı. Bir muhabbet, zevk ve neş’e âlemiydi. Yaratılışın sırrı buradaydı. Allah’ın (c.c.) sevdiği kuluna “âlemlere rahmet olarak gönderdiği” güzel kuluna sevgi ve muhabbetini selâmıyla izhar etmesi, ama onun bu sevgi ve muhabbeti sadece kendilerine değil, ümmetinin salihlerini de kapsayacak şekilde almasıydı. İşte bu hassasiyeti idi onu “âlemlere rahmet kılan”. Zira o, bütün insanlığın hidayetini isteyen ve bunun için çırpınan bir insandı. İşte bu manâ ve maksadı da adeta namazda şekilleniyordu.

Bu sebepledir ki her bir mü’mininehl-i salât ve sonuçta da ehl-i salâh olması gerekmektedir. Namazla bütünleşmeli, namazla yatıp kalkmalıdır. Tabiri caizse namaz eşittir insan, insan eşittir namaz olmadıkça hayatın, insan olmanın ve kulluğun asla bir anlamı olamaz.

Bu sebepledir ki namazı olmayan kimseye iyi insan da denemez. Zira böylelerine Allah (c.c.) iyi dememiştir. Allah’ın iyi demediğine de hiç kimse “iyidir” deme hakkına sahip değildir.

Bugün Mi’raç kandilimizi idrak ederken bu ve benzeri nice hikmetleri de düşünmemiz gereğini bir kat daha hatırlamak gerekir. Aynı zamanda insanın maddeden ibaret olmadığını ve çok önemeli bir manâ âlemi ve ruh dünyasının olduğunu insan hiçbir zaman unutmamalıdır.

Muzaffer Deereli