Suriyeli muhacirler hakkında son birkaç gündür gazeteler ve sosyal medyada öylesine manipülatif haberler paylaşılıyor ki, insan bu kadarına pes diyor. Son iddia Suriyelilerin ev ve iş yerlerine polislerin baskın düzenlediği ve apar topar kelepçelenip katliamın ortasına gönderildikleri. Hatta bazılarına göre doğrudan Esed rejimine teslim ediliyorlar. Doğrudan “şebbihanın kasaturasının altına yatırıldığını” yazın da tam olsun.

Seçim öncesinde bol bol Suriyeli ve muhacir düşmanlığı yapan bazı kesimler de bu koroya kapılmış durumda. Nazi yakıştırması yapandan, Ermeni tehciri ile kıyaslayana kadar her türlü “bühtan” mebzul miktarda… Çünkü maksat Hükümeti yıpratmaksa, her türlü ajitasyon ve yalan bu kesimlere göre mübah.

İçeride ve dışarıda oluşan tüm baskılara rağmen milyonlarca muhacire kapılarını açan bir ülkeye bundan daha büyük iftira olabilir mi? Peki doğrusu ne?

Türkiye’nin düzgün işleyen bir muhaceret politikasına sahip olmadığı bir gerçek. Geçmişimizde güçlü bir iskan politikası birikimimiz olmasına rağmen bugün bunu iyi işletemediğimiz, iyi bir planlama yapamadığımız da ortada.

Fakat oluşan sorunların tek müsebbibi devlet değil. Muhacirler de bu sorunun diğer tarafını teşkil ediyor. Nasıl mı?

Ülkemize sadece Suriye’den değil, Irak, Afganistan, Mısır, Pakistan, Kafkasya, Doğu Türkistan, Özbekistan gibi pek çok ülkeden insanlar geliyor. Bu kişilerden can güvenliği gerekçesiyle Türkiye’ye geldiğini iddia edenlerin normal şartlarda “iltica başvurusu”nda bulunması gerekiyor.

Oysaki, pek çok kişi iltica başvurusunda bulunup pasaportunu teslim ederek, başvurucu kimliği almak istemiyor. Çünkü, bu durumda kendi ülkesine dönmesi mümkün olmuyor. Gerçekte gelenlerin en azından bir kısmı “can güvenliği” sebebiyle değil, çalışmak ya da daha rahat yaşamak için Türkiye’ye geliyor. İstediği vakit ise ülkesine dönebilmek istiyor.

Pakistan ya da Bangladeş gibi savaşın olmadığı yerlerden gelip, sırf ücretsiz sağlık hizmeti alabilmek için Afgan taklidi yapanları; sınır dışı edilmemek için Özbek olmasına rağmen Uygur Türkü olduğunu iddia edenleri saymıyorum bile. Bu istismarın en çok gerçek muhacirleri mağdur ettiğini ise söylemeye gerek yok.

Ayrıca Göç İdaresi, başvurucunun Türkiye’nin belirlediği bir şehirde oturmasını mecbur kılıyor.

İstanbul, Ankara gibi şehirlerde yaşamak isteyen kişiler, bu sebeple ilticaya başvurmuyorlar. Bu durumda vize süreleri bittiğinde “kaçak” durumuna düşüp, sınır dışı ediliyorlar. İşte o zaman sosyal medya korosu devreye giriyor: “Kardeşlerimizi ölüme gönderiyorlar” diye. Elbette bu durumun istisnaları var. Haksız yere sınır dışı tehlikesiyle karşılaşan gerçek mağdurlar da var. Ne yazık ki, bu hengamede onların bazılarının sesi hiç duyulmuyor.

Sadece Suriyeli değil, tüm muhacirler için geçerli olan uygulama, devletin gösterdiği şehirde ikamet etmelerinin zorunlu olması. Böylece büyük şehirlerdeki yığılma azalacak, Anadolu’daki küçük şehirlere muhacirler dağıtılacaktı. Bu hem Anadolu’da istihdamı arttıracak, hem de büyük şehirlerdeki sosyal problemleri minimize edecekti. Fakat uygulamada yaşanan aksaklıklar buna izin vermedi. Bugün İstanbul’da kayıtlı Suriyeli muhacir sayısı 540 bin. Oysaki kaçak olarak şehirde yaşayanlarla birlikte sayı 1 milyona ulaşmış durumda.

Şimdi İç İşleri Bakanlığı kolluk kuvvetleri marifetiyle, İstanbul dışında ikameti bulunanları kendi izin aldıkları şehirlere geri gönderiyor. Bütünüyle kaçak olarak yaşayan, hiçbir şekilde sisteme kayıt yaptırmayan birkaç yüz kişinin ise Suriye’de TSK’nın kontrolündeki bölgelere gönderildiği iddia ediliyor.

Algılarla kirli politika yürütenlerin Ermeni tehcirine benzettikleri süreç bundan ibaret. Sekiz yıldır milyonlara gönlünü açan Türkiye’nin muhacirlere karşı faşizan bir yaklaşım içinde olduğu iddiası ise gerçekten yaralayıcı.

Muhacirleri gerçekten seviyor ve onları Allah’ın emaneti olarak görüyor isek öncelikle yalan söyleyerek insan hakları mücadelesi verilemeyeceğini bilmemiz gerekiyor.