Moğolistan günlükleri: Bozkırın çocukları-6

6 Eylül 2014 Cumartesi Gece

Altay Sıra Dağları’na tırmanışa geçmeden önce son yerleşim yeri olan Balıklı Göl Köyü’nde konaklamamızın imkânsız olduğunu anlayınca, arabada yatma teklifimde arkadaşlar tarafından uygun bulunmayınca el mecbur yola revan oluyoruz. Zaten sabahın 6’sından bu yana yolardayız ve katman katman adeta gökyüzüne yolculuk yapıyoruz. Yorgunluktan ziyade durgunluk hissediyorum. Bu gece yarısı dağlara sarmak çokta hoşuma gitmiyor ama yapacak bir şey yok.

ALTAY TAVAN BOGD DAĞI

Köyü geçince taşlı, çakılı engebeli yollara giriyoruz. İlerlemek bir hayli zor, zaman zaman Kamil ile Esenjol arabadan inerek yürüyorlar. Araba taşlı yollardan dans ederek ilerliyor. Tabii içinde deprem oluyor. Hava tamamen karardı… Hava kararınca dağlar ve vadiler başka bir heybetli görünüme büründü. Yanımıza ırmağı alarak dağ yamacından yola devam ediyoruz. Allah’tan düz arazideki gibi yollar çok seçenekli değil. Suyu kurmuş çakıllı derelerin yanı sıra suyu olan derelerden geçiyoruz. En zor olan yollar bunlar. Çünkü yağmurun sele dönmesi sonucu bir sürü taş birikmiş yolun üzerinde. İhtiyar ve yorgun dağlar karasal iklimin etkisiyle olsa gerek yavaş dere yataklarına doğru dökülüyorlar. Kilometreler boyunca parlak renkli çakıllar dereye doğru uzayıp gidiyor. Büyük toprak kaymaları var. Yol kenarlarında bulunan kışlıkların bazıları, heyelan nedeniyle kaymış kocaman kaya parçalarının kıyısında, hemen dibinde duruyor. Kışın orada yaşayan insanlar ve hayvanlar adına korkuyorum. Döküldü dökülecek vaziyetteler. Sonra bu adamlar bu araziyi bizden daha iyi biliyorlar yüzyıllardır bilmem kaçıncı kuşak aynı yerlerde yaşamayı sürdürüyor, bir tehlike görseler evlerini başka yerlere taşırlar diye içimden geçiriyorum. Dağların heybetini, yaşlanmasını düşünerek bir taraftan da zaman zaman kısa sohbetler yaparak ilerliyoruz. Akşam namazı vakti geçiyor. Arazide su buldunuz mu abdest ve namaz çok kolay oluyor. İkindi namazını arabamızın bataklığa saplandığı yerdeki derede abdest almış ve yeryüzü mescidinde kılmıştım. Bu Altay Dağları’nın eteklerinde bir akşam ezanı okumak istiyorum. Avazım çıktığınca bağırarak ezanı okuyorum.

Sanki sesimi duyup cemaate acele gelecekler varmış gibi. Olsun bu akşamın karanlığında kendi lisanı halleriyle zikre geçmiş kuşlar, hayvanlar, börtü böcek için bu gecenin başlangıcını Mevla’yı tespih ederek başlatalım, bu eşref saatine derin vadileri, yüksek ve ihtiyar dağları şahit tutalım. Allah’u Ekber, Allah’u Ekber… Neyse ki yalnız değiliz bir kişi de olsa cemaatimiz var Esenjol, oda nehir kenarında abdestini alıyor ve namazımızı kılıyoruz. Bu gidişle bu yolun bitmeyeceği kanaati hâsıl oluyor bende. “Arkadaşlar ilk ışık gördüğümüz yerde duruyoruz ve orada konaklıyoruz. Hatta bu ışık mum ışığı bile olsa… Sabah saat 6’dan beri yoldayız. Bu yolun biteceği yok.” ancak söylediklerimi dinleyen yok.

Düşe kalka, ine çıka ilerlemeye devam ediyoruz…

Artık mum ışığı hedefinden de vazgeçiyorum. Allah’tan hava açık ay ışığı etrafı aydınlatıyor. Belli belirsiz çevreyi görmek insanı rahatlatıyor. Detaylar kayboluyor hacimler heybetleşiyor. Yeni hedef kışlık gördüğümüz bir yerde kalacağız. Daha önce geçtiklerimizde bol miktarda tezek vardı. Tezek yakar arabada uyuruz diye içimden geçiriyorum. Ancak arkadaşlar devam etmekte ısrarlı çok yolumuz kalmadı diyorlar. Beyaz Irmağın kenarından, uğultulu su sesleri eşliğinde, taşlı topraklı yollardan bata çıka ilerliyoruz. Erke 7 yıl önce bir arkeoloji grubuyla buraya gelip on gün kaldıklarını söylüyor. O zaman bir turist kampının olduğunu ancak nehri geçmemiz gerektiğini belirtiyor. Bu nehir geçme işi gece vakti çok hoşuma gitmiyor ama çaktırmıyorum.

ALTAY TAVAN BOGD MİLLİ PARKI

Saat gece 22:00’ye doğru karşımıza Altay Tavan Bogd Milli Park tabelası çıkıyor. Tabelanın arkasında birkaç çadır görünüyor. Çadırların önünde Rus malı Furgan minibüsler var. Erke onların önünde durmuyor arkada ortada bir çadır onun arkasında başka bir çadır daha; o çadıra giderek kapıyı çalıyor. Hava çok soğuk olmasına rağmen kısa kollu bir kıyafet giymiş genç bir kız dışarıya çıkıyor. Ortadaki çadırda kalabileceğimiz söylüyor. Sabit bir adres bulmanın mutluluğuyla çadıra giriyoruz. Çadırda olsa içeride oturacak yatacak ısınacak bir şeylerin olmasını beklerken içeride bir soba, üç adet küçük kilim, iki tane demir karyola, bir adet akü ve ona bağlı bir lambadan başka bir şey yok. Buna da şükür. Biraz önce kafamızı sokacak bir yer ararken şimdi başka beklentilere girmeye başladık. Sobayı yakmak için yandaki çadırdan tezek getirdi arkadaşlar. Çadırın hemen dışında güneş enerjisi paneli var. O panelden enerji alan akü aydınlatma da kullanılıyor. Sobayı Esenjol yakıyor, ateş yanında hemen ısınmaya başlıyoruz. Bir taraftan da karnımızı doyurmak için aldığımız gazlı ocağı çalıştırarak su kaynatıyoruz. Su kaynayınca makarna kutularına döküyor ve beş dakika bekliyoruz. Üzerine baharatı da ekleyerek yemeye başlıyoruz. Soğuk havada çok lezzetli geliyor. Marketten aldığımız diğer yiyeceklerle karnımızı doyuruyoruz. Yanan soba sadece kendi çevresini ısıtıyor. Çadırın tam ortasından üst tarafı açık ve fena soğuk geliyor. Bu baca gündüz çadırın ışık olması için açılmış ancak gece ışık yerine dondurucu soğuk geliyor. Bacanın kapatılması için ipli bir mekanizma geliştirmişler ancak biz bir türlü kapatmayı beceremedik. Yine bir parça açık kalıyor.

Erke, arabaların olduğu çadırlara yol sormak için gidiyor. Araçlar Altay Dağları’na kampa giden dağcıları bekliyor o nedenle çadırlarda sadece sürücüler konaklıyor. Çadırdan Beyaz Nehir’den abdest alayım diye çıkıyorum. Ay ışığında manzara müthiş, donuk mat bir resim görünümü hâkim her yere. Hava buz gibi, sadece nehrin sesi bütün tabiata egemen. Çadırın hemen yanında yak sürüsü yatıyor. Ayın ışığı nehirde yansıyor. Dağlar daha bir heybetli görünüyor. Altay sıra dağları kademe kademe yükselerek devam ediyor. Zirvelerde kar var. Etrafa bir göz atınca bizim çadırların üst tarafında biraz uzaktan başka çadırlarında olduğunu fark ediyorum. Nehir su renginde akmıyor, gri bir rengi var. Abdest almaya çalışıyorum su buz gibi. Karnımız doydu şimdi yatma vakti. Dört kişiyiz iki karyola, üç tanede küçük kilim var. Ben yerde yatmak istiyorum. İki küçük kilimi üst üste koydum. Arazi pantolonunun üstüne eşofman giydim. Üstüme kazak ve montlarımı giydim. Sobanın yanına yattım. Soba tarafım ısınıyor diğer tarafım donuyor. Esenjol durumu fark ediyor bir montu getirip üzerime örtüyor. Fasılalı yarı uyku yarı uyanık halde uyumaya çalışıyorum. Kamil karyolada uyuyamıyor çünkü demir karyola donduruyor. Erke ile beraber arabaya geçiyorlar. Sabah güneşi doğuşunu çekeriz diye plan yaparak uyumaya çalışıyoruz.

7 EYLÜL 2014 PAZAR

ŞİVET HAYIRHAN DAĞI-TÜRKLER’İN DAĞI

Sabah güneş doğmadan uyanıyorum. Birkaç fotoğraf çekiyorum. Akşam karanlıktan fark edememişiz zirvesi karlı dağlar çok yüksek, başları dumanlı. Kamerayı kurup güneşin doğuşunu çekiyoruz ancak güneş doğarken dağları sis kaplıyor ve doğuşu göremiyoruz. Kahvaltı için yanımıza aldığımız şeylerden yiyoruz. Tabii bu havada en iyisi çay… Kahvaltı yaparken fötr şapkalı yaşlı bir adam yanında bir çocukla yanımıza geliyor. Akşam tezek aldığımız çadırın sahibi biraz sohbet ediyoruz.

Kahvaltı bitince kampın alt tarafında bulunan köprüden geçerek dağlara doğru tırmanışa geçiyoruz. Türk tarihinin önemli belgeleri kaya yazıları Şivet Hayırhan Dağı’nın eteklerinde bulunuyor. Bu dağ vadinin ortasında bağımsız yükselen üzerinde yaban keçilerinin bulunduğu çok yüksek bir tepeyi andırıyor. Tepenin batı tarafındayız güneyden dolaşıp doğu tarafına geçeceğiz. Yol çok bozuk kayalık ve keskin yokuşlar var. Ama Erke sakin bir halde arabayla tırmanmayı sürdürüyor. Bir ara araba iyice zorlanmaya başladı. Esenjol ile Kamil indiler biz tırmanmayı sürdürdük tepeye varınca onları bekledik. Arkadaşlar nefes nefese yukarı geldiler. Tepenin üzerinde atlı bir adam bize doğru geliyor. Adeta mizansen yapmış gibi dağın tepesinde atlı bir adam ve arkasında derin vadiler ve daha geride Altay’ın kârlı zirveleri. Ondan da yol tarifi alıyoruz. Tepeden sonra bir düzlüğe çıkıyoruz. Burada dağlar dağ üstünde onun üstünde platolar. Böylece göğe doğru tırmanıp gidiyorlar. Düzlüğün altında Hayırhan Dağı’nın batısında bir küçük göl var. Ta uzakta bir çadır, erke bu Kazak çadırı diyor. Bu bölgede bulunan çadırların bir iki istisnası hariç tümü Tuva Türkleri’ne ait. Bu yaylada 32 çadır var. Çadırlara Ger yani ev diyorlar. Gerler birbirinden epeyce uzak alanlarda herhalde hayvanların otlakları birbirine karışmasın diye böyle bir tercihte bulunuyorlar. Yokuş bitti aşağı doğru yola devam ediyoruz. Yol kenarında bir iki küçük kayada resimler görüyor ve çekimler yapıyoruz. Kayaların üzerinde yaban keçisi resmi var. Bir iki tanede küçük dikili taşa rastlıyor ve Balbaldır diyerek görüntülüyoruz. Bir tepenin üzerinde taş yığınlarından oluşan bir tepecik, üstünde ağaçlar üzerine bağlanmış çaputlar. Bu yol tapınaklarını Budistler yapıyormuş. Üzerine eşyalar bırakılıyor. Para da bırakanlar oluyor. Bu tepenin üzerinden bakınca Beyaz Nehir boyunca uzayıp giden vadiler çıkıyor karşımıza. Akşam geldiğimiz yolda nehrin kuzey tarafında idik. Böylece nerdeyse dağı 360 derece dolaşmış oluyoruz. Türkler’in kaya yazıtlarına yaklaşıyoruz. Bu resimli ansiklopedi adeta stratejik plan gibi önemli bir mevkide bulunuyor…