Batı dünyası hep huzursuz olagelmiştir. Tahrif edilmiş ve içi boşaltılmış, “kuralsız” ve “hukuksuz” Hıristiyanlık, Batılıların manevi boşluğunu doldurma noktasında oldukça başarısız olmuştur. Kilise de ilahi bir organizasyon olmaktan ziyade, neredeyse prenslikler seviyesinde dünyevi bir aktör olarak mevcut maneviyat sorununu daha da kötüleştirmiştir. Batılılar da Rönesans, Reform ve Aydınlanma gibi hareketlerle bu manevi boşluğu doldurma gayreti içinde olmuşlardır. Özellikle aydınlanma süreci ile birlikte de “bildiğimiz”, şimdiki Batı’nın temelleri atılmıştır. Rene Descartes, John Locke, David Hume, Baruch Spinoza, Immanuel Kant, Voltaire gibi “aydınlar” da Batı’nın şimdiki paradigmasının oluşmasında büyük oranda söz sahibi olmuşlardır.

Sonuç olarak Batı, kendisini manevi yönden tatmin edemeyen Hıristiyanlığı “bilim ve akıl” ile ikame etmiştir. Böylece Batı’nın “din sonrası” dönemi başlamıştır. Pozitif bilimlerin ve insan aklının sınırsız bir şekilde yüceltildiği bu dönemde gelişip serpilen Pozitivist anlayış da aklı ve pozitif bilimleri tanrılık mertebesine çıkararak “din sonrası” Batı’nın düşünsel zirvesini temsil etmiştir. 20. yüzyılda ise Heisenberg’in belirsizlik ilkesi gibi “had bildirici” gelişmelerle pozitif bilimlerin ve insan aklının sınırları açıkça görülmüş ve Pozitivizm düşüncesi karizmasını önemli ölçüde yitirmiştir. Fakat Batı dünyasının zihni bir kere aklı ve pozitif bilimleri tanrılaştıran Pozitivist anlayışla gayet sağlam bir şekilde kodlanmıştır. Bu “atâletten” dolayı da, Batı dünyası yaşaması gereken “paradigma kaymasını” henüz yaşamamıştır ve ancak külleri üzerinden yaşayacak gibi görünmektedir. Çok uzak olmayan bir zamanda…

Din sonrası dönemde bilimin ve aklın aşkınlığına ve üstünlüğüne iman eden Batı dünyası, zaten oldukça yetersiz kalan Hıristiyanlık dönemi “değerlerinden” de olmuştur. Bunun sonucunda da din sonrası dönemin kodlarıyla uyumlu olacak şekilde, kendisine “manevi değerler” üretme gayreti içinde olmuştur. İşte bugün Batı dünyasının evrensel değerler olarak yücelttiği “insan hakları”, “demokrasi” ve “özgürlük” gibi kavramlar bu çaba sonucu ortaya çıkmıştır. Bu kavramların; tarihsel ve düşünsel bir geçmişi olmayan, renksiz ve objektif kavramlar olduğu zannıyla da İslam dünyası; Allah’ın kemâle erdirdiği İslam dininin “adalet” temelli aşkın ve manevi değerlerini bir kenara bırakarak Batılıların dışı yaldızlı, içi kof değerleriyle dönemin şartlarına ayak uydurarak “ilerleyeme” çalışmıştır. Böylece “kavramsal üstünlüğü” ele geçiren Batı,  bir taraftan zihinleri kontrol etmeye başlamış, diğer taraftan da bu “bu kavramların hakemi olma görevini” tarihsel geçmişin verdiği ayrıcalıkla üstlenmiştir.

Mısır’a ve Mursi’ye yapılan zulüm: Batı’yı kendi kavramlarıyla ne kadar eleştirebilirsin Hilmi? IIYazarlar