Fiziki depremler dünyanın yeniden şekillenmesine vesile olurken sosyal depremlerde toplumların yeniden yapılanmasına fırsat verir. 2004 yılında Endonezya’da yaşanan deprem ve peşinden oluşan tsunami sonucunda yarım milyondan fazla insanın hayatını kaybettiği Açe’deki tablo hala gözlerimin önünden gitmiyor. Tsunamiden sonra bütün binalar yok olmuş, yerleşim bölgeleri ağaç denizine dönmüştü. Endonezya’nın bu felaketten sonra toparlanması uzun zaman aldı.

15 Temmuz 2016 yılında yaşadığımız sosyal depremden sonra hala kendimize geldiğimiz söylenemez. Yaşadığımız bu deprem, Endonezyalıların yaşadığı 9 şiddetindeki depreme benziyor. Adapazarı- Gölcük depremi bunun yanında hafif kaldığı için onu örnek vermedim.  Milletimiz cumhuriyet tarihi boyunca irili ufaklı birçok sosyal depremle karşı karşıya kaldı. Bütün felaketleri tek tek atlatarak bugünlere geldik. Milletimizin irfanı, imanı, kültür ve medeniyeti koruyucu kalkan oldu. Her defasında küllerin altındaki kıvılcım cevhere dönüştü.

3 yıl sonra artık bu meseleyi daha sağlıklı değerlendirmemiz gerekirken hala meseleye duygusal bakmaya devam ediyoruz. İşin içinde maneviyat olunca anlamakta zorlandığımız tablolarla karşı karşıyayız. Nasıl olur! Bizim bilmem kim,  bu işlere bulaşır tarzında yaklaşımlarla işin içinden çıkamayız. Zaten çıkamıyoruz da.

Milletimizde ilginç ve anlaşılması zor bir yaklaşım var ve bundan vazgeçecek gibi de görünmüyor. Bunu sosyal gerçekçilikle açıklayabiliriz.  Bu tehlikeli yaklaşım “aklını kiraya vermek”tir. Sevgide ve nefrette aşırıya kaçmak, sevdiğimizi sonuna kadar sevmek nefret ettiğimizden sonuna kadar nefret etmek. Bu kara sevda durumunu anlamak mümkün değil. Sosyal depremlere zemin hazırlayan fay hatları bu toptancı, hastalıklı yaklaşımın sonucudur. İşin tuhaf boyutu bu hastalıklı yaklaşımı da İslam gibi özünde özgürlük olan dine bağlamak anlaşılır gibi değil.

15 Temmuz’u son yıllarda ortaya çıkmış bir yanlış gibi değerlendirmek başka bir yanlışa düşmemize vesile oluyor.  FETÖ meselesi son 15-20 yılın meselesi değil 40 yıllık 50 yıllık bir hareketin geldiği nokta olduğunu unutmayalım. Bundan sonra da böyle tehlikelerle karşı karşıya kalmayacağımızın garantisi yok. Hür iradesiyle kendisi olan fertlerin oluşturduğu toplum ve millet olursak bu tür belalara duçar olmayız.

Bu, “ben” ve “biz” meselesini de ciddi şekilde masaya yatırmalıyız. Biz demenin ve biz olmanın çok anlamlı ve önemli olduğunu biliyorum. Ancak sen kendini bilmeden olacağın bizim bir anlamı olmayacaktır. O zaman kendisini biz gören bir azınlığın yanında payanda olmaktan öteye gidemezsin. Bu yaklaşımın sonucu da sosyal depremlere yani darbelere taraftar olmaktır.

15 Temmuz’dan alacağımız en kıymetli ders önce kendimizi imtihan etmektir. “Ben ne kadar hür iradeli, birilerine uşak olmadan yaşayan biriyim.” Bu dünyada da öte dünyada da hesabımızı tek başımıza vereceğimiz gerçeğini unutmayalım. Bu dünyaya tek başına gelir, bu dünyadan tek başımıza gideriz.