Vuslattır ölüm en sevgiliye…
Doğumların en gerçeği de olsa ebediyete, ölüm acıdır her doğum gibi…
Birer birer kuruyup devrilirken çevremdeki ağaçlar, kendimi kuytu ve gür bir ormanın her gün biraz daha yalnızlaşan öksüz kalmış çınarı gibi hissediyorum…
Adı çamdır, çınardır, meşedir yahut köknardır amma gün yok ki büyük bir gürültü ile devrilmeye görsün ormanın başı göğe ermiş, mağrur sakinlerinden biri daha…
Çınarlar da ölürmüş meğer…
Bir daha asla dönmemek üzere; kimi apansız, kimi vedasız, kimi son kez olsun sarılıp helalleşemeden bir yıldız gibi kayıp giderken sevdiklerimiz, kıymık acısı bir kimsesizliğin istilasına uğruyor ruhum.
Alıp başını zamansız, bir başına gitmiyor hiçbir giden. Her bir giden kendini de alıp gidiyor bendeki. Zoraki ve söker gibi yerinden yüreği. Dağlaya, dağlaya. Güya giden kendisidir amma ölen ben.
Bir yalnızlık, yapayalnızlık senfonisi, kimsesizliğe yakılmış bir ağıttır her bir gidiş…
Sessiz sedasız her bir ölüm: baykuşlar tünemiş bir virane, yer ile yeksan olmuş muhkem bir kale, tarumar olmuş bir şehir, çekirge istilasına uğramış bir tarla misali muazzam bir yenilgidir içimde…
Sahi, gidenler midir gerçekte ölen? Kalanlar mı yoksa?
Kavuşmak mı ölümdür en sevgiliye yoksa paryalık mı günahlar denizinde? Müebbet giymiş yeryüzü sürgünümüzde kalmak mı bir başımıza sersefil ve perperişan?
“Ölümün bizi nerede beklediği belli değil. İyisi mi biz onu her yerde bekleyelim” der Montaigne. Oysa ne zaman beklediği de belli değil. Evet iyisi mi biz onu her zaman her yerde bekleyelim.
Ve her bir görüşmeyi sevdiklerimizle, son görüşme bilip; kırmadan, üzmeden, darılmadan ayrılalım huzurlarından. Ömür boyu, son nefesimize kadar keşkeler pişmanlığına giymemek için müebbet…