Hint Okyanusu kıyılarında gece hüküm sürmeye başladığında ışıkları karanlığa, curcunası sessizliğe teslim olmuş yurdumuzun odasında hasret, özlem, gam ve vuslat saati başlardı. Odamın ışığını üfleyip çalışma masamın loş ışığında bir başka boyuta geçerdim. Mektup boyutuna…
Gecenin bir ana müşfikliğinde sımsıcak kuşatıcılığı ile kendimi mektubun satırlarına bırakırdım. Tüm mektuplarımı gecenin ağuşunda alırdım kaleme. Çünkü o saatler memlekete, anama, babama, kardeşlerime dair döktüğüm vuslat gözyaşlarımın kimseler tarafından görülüp duyulamayacağı ıssız ve tenha saatlerdi…
Hint Okyanusu kıyılarında yüksek tahsilimi yaptığım 7 yıl boyunca yüzlerce mektup yazdım sevdiklerime. Ne bana gelen mektupları attım ne de ailem benim onlara yazdığım mektupları attılar.
Geçtiğimiz günlerde solgun ve sarımtırak bir renge bürünmüş tabiri caizse ihtiyarlamış mektuplarımı 29 yıl aradan sonra sakladığım yerden tekrar çıkardım.
İçinden rastgele birini çekip aldım. Nizip’te Uzun Çarşı esnaflarından dükkân komşumuz kunduracı rahmetli Hacı Ömer Amca’nın mektubuydu elime gelen. Mektubun tarihine bakınca ürperdim. Mektup, içinde bulunduğum gün ve ay tarihli yani 30 Kasım 1990 tarihinde gönderilmişti. 29 yıl önce 30 Kasımda yazılmış bir mektupla 29 yıl aradan sonra aynı gün yani 30 Kasım 2019 da tekrar buluşmuştum.
Teknoloji birçok şeyle birlikte mektuplarımızı da çalıp götürmüş hayatlarımızdan…
Oysa ne de değerliydi süt beyazı mektuplarımız…
Kuzusunu gurbete, askere göndermiş bir ananın pencere önlerindeki mektup bekleyişini, özlemini ve sevincini ifade edebilecek bir tasvir var mıdır acaba?
Ya da mahalle postacısının kapı zilini çalıp “Mektuuuuupppp!” diye naralar attığı o andaki bir ana ya da yavuklu heyecanını ve sevincini kim nasıl tarif edebilir ki?..
Deniz aşırı cephelerde barut kokusu altında kaleme alınmış, mevzilerden sıyrılıp kurşunlardan top mermilerinden kurtulup anaya, babaya, kardeşlere ulaşmış nasipli bir mektubun yolculuğunu düşünün. Ne de manidar ve değerli…
Ya da adres bulamayıp aradan geçen aylar ve yıllar sonra sahibine yeniden iade edilmiş, bir kıyıda öylece kalakalmış tenha ve melül, üstü başı pejmürde bir mektubun ve de sahibinin halet-i ruhiyesini bir hayal edin…
Mektuplara harf harf, hece hece yüklenen müjdeler, sevinçler, gam, keder ve hüzünlerdi… Üzerlerine türküler okuyup, ağıtlar yaktığımız “Er mektubu görülmüştür”, “elden” mektuplar…
Üzerlerine elimizi koyup parmaklarımızı çizdiğimiz, arasına gül yaprakları koyup gözyaşlarımızı damlattığımız, ucunu ateşe verip gönlümüzün hal-i pür melalini arz ettiğimiz mektuplar…
Haydi oturup sevdiğimiz, özlediğimiz birine akıllı telefonla görüntülü aramak yerine unutmaya başladığımız el yazımızla içimizi dökecek buram buram bir mektup alalım kaleme…