Aslında hayat insana, Soren Kierkegaard’un: “Her dakika denizin ortasında yüzmeyi öğrenmek zorunda olan çocuk gibi duruyorum.” sözünde olduğu gibi, her an ve her aşamada yepyeni tecrübelerle birlikte bir şeyler öğretir.
Bu yepyeni şeyler öğrenme hali, sürüp giden, hatta sürüp gitmenin de sürüp gittiği bir haldir. Elbette inişlerin öğrettikleriyle çıkışların öğrettikleri çok farklıdır. Geçmiş ile gelecek arasında yaşayan insanın bu “arada”lığı, onu kaygı ve korku zemininde tutsa bile temelde bir fırsattır; sorgulamak ve ruhları yükseltmek için.
Derin kaygılar tefekkürü de derinleştirdiği için, bazen en büyük erdemler en derin kaygılarla gelir. Bu, büyük dirilişlere vesile olan, ama üstesinden gelinmiş acıların tesirinde de böyledir. Tıpkı Moğol istilalarının Anadolu’ya hayat vermesi gibi… Moğol istilaları, derin sorgulamalara sebep olduğu için derin ilham kaynaklarına inme fırsatı da vermiştir elbette.
Son yüz elli yıldır uyumayı temsil eden ve özellikle de dirilişimizi öne çıkaran son on beş yıldır yaşadıklarımız az derinleştirmedi zihinlerimizi. “Öldürmeyen güçlendirir.” ilkesi, sadece enfekte olmuş bir bedenin, yendiği mikrop karşısında kazandığı gücü ifade etmez. Toplumsal bünyelerde, yendikleri “sosyal virüsler” ve mikroplar karşısında güç kazanırlar. Kodlarını çözdükleri ihanet şebekelerine karşı artık daha farkındadırlar.
Biz de artık 17-25 Aralık, 15 Temmuz gibi birçok yıkıcı hareket tarzına ve arkasında bulunan hain plancılara karşı daha bilinçliyiz.
Artık daha hızlı bir şekilde terör örgütlerinin hareket biçimlerini fark edip deşifre edebiliyoruz. Güçlenen bağışıklık sistemimiz sayesinde her geçen gün daha da gelişiyor ve sağlığımızı, hatta toplumsal sağlığımızı daha iyi bir noktaya taşıyoruz.
Kıbrıs Harekâtında yediğimiz ambargo, son dönemlerde yazılımlar sebebiyle uğradığımız ihânetler, Almanların Leopar Tanklarıyla ilgili tehditleri vesaire vesaire… Tüm bunlar bizim olayları ve “müttefik” dediklerimizi farklı ve yeniden bir değerlendirmeye tabi tutmamızı gerekli kıldı.
Gereklilikler bizi çok farklı bir noktaya getirdi; “proaktif bir rol” üstlenerek, kendi gemisini kontrol etmek zorunda olan bir kaptan pozisyonuna taşıdı. Yıllarca “siz yapmayın biz veririz” tarzındaki “abluka”yı sadece zihinsel olarak değil, reel olarak da kırmayı büyük ölçüde başarmış olduk. Bu vesileyle son “Zeytin Dalı” harekâtında yaklaşık yüzde yetmiş beş oranında yerli ve milli unsurlarımızla terörü bertaraf ediyoruz. İstihbaratla başlayan millilik, komuta noktasında da hamdolsun kendisini çok daha iyi gösteriyor.
“Bizden” gibi görünen FETÖ’nün, 15 Temmuz’da tahrip ettiği güven duygusu, özellikle de Ordumuzda yeniden tesis oldu. Adeta beklemediği bir hamleyle karşılaşan birinin şaşkınlığıyla ama korkmadan direnen ve bir kahramanlık destanı yazan milletimiz, artık ihanet edenlerin tüm kodlarını deşifre etmiştir. Artık böyle bir virüsten korkulmasını gerektirecek derin bir endişeye mahal yoktur. Fakat toplumsal hafıza buradan aldığı acı tecrübeyi de rafa kaldıramaz.
Virüslere karşı dayanıksız bir bünyenin yaşayacağı acılara maruz kalmamak için kazandığımız bilgiyi gündemde tutmak zorundayız. Bu açıdan kolektif psikolojimize de uzanan bu “Zeytin Dalı”nı çok önemsiyorum. En başta güven duygularımızın tamircisi olmuş/olacak bu harekâtın, bağımlılıktan kurtulmaya da çok büyük bir ilham kaynağı olduğu/olacağı kanaatindeyim; hem de her alanda ve her alanın kendi gerçekliğinde yansımaları…
Bizi millet olarak adeta yeniden dirilten, onurun ve yüce gönüllülüğün ne olduğunu dünyaya bir kez daha gösteren kahraman Mehmetçiklerimizin hakkı elbette ödenemez… Zira onlar da bu hakkın ancak Rabları katında olacağını çok iyi biliyorlar; tıpkı ataları gibi…
Umudunuz açık, Mevla refikiniz olsun…