ABD’nin küresel bir hegemonyası var. Türkiye’nin de bu çerçevede ilerleyen bir siyasetin etkisinde olduğunu çok net görebilmek mümkündür. Sait Yılmaz 2012’de bir makale yayınladı ve o günlerde henüz FETÖ olayları gündemde değildi. Doğal olarak makalede de FETÖ yok ama bugünün fotoğrafını çok net çekiyor olduğu da gayet açık; meselenin gerçek bir ABD politikası ürünü olduğu noktasında…
ABD Türkiye’ye şunu diyor aslında; “Türkiye’de FETÖ eliyle yapmaya çalıştığımız ve yumuşak güç kullanımına dayalı rejim restorasyonunu başaramadık. Şimdi size daha farklı güç unsurlarını kullanarak saldırıyoruz/saldıracağız.” Evet, ben ABD’nin bugün Türkiye’ye karşı bir “ülke inşası” anlamına gelecek ikinci politikasını uygulayabilecek bir cesarette olduğu kanaatinde değilim. Fakat onun alt seviyesindeki birçok saldırıyı denemeye devam ediyor/edecek.
Bu hegemonyalar başka ülkeleri de kapsayacak şekilde, uzun bir dönemden beri uygulanıyor; Monreo Doktrininden vaz geçilmesinden beri.
Monroe Doktrini ABD’nin Amerika kıtasındaki hâkimiyet isteğinin bir yansımasıydı. Aynı zamanda da problemli Avrupa’nın, kıtadan uzaklaştırılması isteğinin de göstergesiydi. Bu doktrinle diğer güçler kıtadan uzaklaştırılırken A.B.D. hâkimiyeti tesis edilmişti.
“Amerika Amerikalılarındır” ilkesiyle hareket eden James Monroe, iç hâkimiyetten duyduğu endişeyle hareket ediyordu. Bugün ABD her ne kadar dışarıya saldırmaya devam etse de içerideki hâkimiyetiyle ilgili endişeleri artmaya başladı. Trump’ın, “America First” yani (önce Amerika) yaklaşımı bana göre Monreo’ya, Roosevelt Corollary’nin, “Big Stick” yani (Kalın sopa) politikasının eklenmesinden ibaret. Bu zora dayalı diplomasinin, dışa uzanan elleri olsa da aslında ABDkendi iç hâkimiyetini yeniden restore etmenin derdinde.
Bunun toplumsal tabakalardaki çatırdamasını sosyal bilimciler elbette hissediyorlar. Fakat o kısım çok daha felsefi ve inter-disipliner bir bakış gerektiriyor. Fakat ekonomiye dair açık istatistiklere baktığınızda bu tedirginliği çok net görebilirsiniz.
Dünyadaki hükümetlerin toplam borcu 68 trilyon doları geçerken, Amerika Birleşik Devletleri’nin 20,4 trilyon dolarla ilk sırada yer alıyor. 324 milyon nüfuslu ülkede kişi başına borç 62 bin 753 doları bulurken, her vergi mükellefine 169 bin dolarlık borç düşüyor. Ülkenin borçlarına yılda 230,9 milyar dolar faiz ödediği, başka bir ifadeyle her saniye 7 bin 325 dolarlık faiz ödemesi yaptığı hesaplanıyor.
ABD’nin borçlarının ülke ekonomisine oranı yüzde 103 civarında. Türkiye’nin eylül ayı sonu itibarıyla borcunun milli gelire oranı ise yaklaşık yüzde 30.
Fakat ne hikmetse bazı ihanet şebekeleri Türkiye için kurduğu senaryoların on birini bile ABD için söyleyemiyor.
Ülkemizdeki bazı fırsatçıların, ABD’li bazı insaflı ekonomist ya da siyasetçiler kadar bile olmaması, gerçekten acı verici. Çünkü ABD’li birçok isim çok cesurca bir hakikati dile getirebiliyor ve ABD için çanların çaldığını görebiliyor.
Trump’ın varlığı dahi, ABD’nin seçmeni etkileyecek “gönül kazanma” dilinden gittikçe uzaklaştığını ve “korku hegemonyası”yla işin telafi edilmeye çalışıldığı artık çok açık. Evancelistlere yapılan konuşma bunun en somut örneği değil mi?
Oysa Türkiye, Başkanlık Sistemiyle ilgili hikâyesini çok büyük umutlarla ve yeni yazmaya başladı. Henüz hikâyenin başındayken, sonuna dair kehanet yapan insafsızlar var; üstelik bir kâhinin bile yaptığı işe dair kendince namusu varken, onların bile aşağısına inebiliyorlar…