İyi de ne tür ve nasıl eğitim? Hiç şüphesiz ki, felsefe ya da bilimde görülmeyecek mutlak bir hakikat gizlidir eğitimde. Bilgi edinmek için bilgi edinmek, yalnızca aptalların tutamakları olabilir.
İnsanlığın gerçek anlamda ahlaki eğitimi, insanlık tarihinin seyrüseferinde zaman zaman ortaya çıkan büyük şahsiyetlerin işidir. Ne yazık ki, şu an içinde yaşadığımız vasat, büyük ahlaki şahsiyetlerin doğmasına ve gelişmesine elverişli bir vasat olmaktan son derece uzaktır.
Hindistan’daki mevcut eğitim sisteminin bize yalnızca ekmek ve yağ vermekle yetindiğini düşünüyorum. Çok sayıda diplomalı insan imal ediyoruz, sonra da onları daha yüksek makamlara göz dikmekten başka bir şey yapmayan, makam-mevki sahibi olsun diye bürokrasiye göndermek için çırpınıp duruyoruz. Peki, bürokraside bazı önemli yerlere gelmiş olmak ne anlam ifade eder ve neyi değiştirir ki?
Oysa bir ülkenin belkemiğini oluşturan kitlelerdir; dolayısıyla kitlelerin daha iyi beslenmelerini ve daha iyi evlerde iskan edilmelerini ve daha yetkin eğitim almalarını sağlamamız gerekiyor.
Hayat yalnızca ekmek ve yağdan ibaret değildir; hayat daha fazla bir şeydir. Hayat, bütün boyutlarıyla milli ideali yansıtan sağlıklı karakterlerden, kişiliklerden oluşan bir topluma sahip olmaktır. Ve gerçek bir milli karaktere sahip olabilmemiz için, gerçek anlamda milli bir eğitim sistemine sahip olmanız zorunludur.
Muhammed İKBAL
İkbal’e ait yukarıdaki satırlar, yaklaşık yüz yıl önce yazılmış. Hindistan’daki Müslümanları esas alarak yazılmış bu satırlar, bugünün Türkiye’sine uyarlandığında, eğitimle ilgili sorunların aynı minvalde devam ettiğini gösteriyor. Hatta kangrenleştiğini. Bir asır öncesi Hindistan’daki sorunlarla bugünün Türkiye’sindeki sorunların benzerliği, 200 yıllık patinajımızın olanca durağanlığıyla devam ettiğini gösteriyor.
Eğitim, her şeyden önce bir vasat işi! Ama bu vasat hangi değerlere kendini yaslayacak ve bu değerlere uygun ne tür sonuçlara gebe olacak, mühim olan bu. Türkiye’de, asli ya da ithal değerlere dayalı ve öngörülebilir sonuçlara odaklı bir eğitim sistemi var mı? Hayır! Çünkü bu ülkedeki eğitim sistemi bir yap-boz sistemi. Oturmuş ve nihai hedefleri olan bir sistem yok ortada. Ne tam anlamıyla yerli ne de yabancı bu sistem. Hem yerli hem yabancı. Tam anlamıyla yamalı bohça. Her iktidarla değişen anlayışın doğurduğu ve sebat edilemeyen garip, karmaşık bir sistem eğitim sistemimiz.
Eğitim sistemimiz söz konusu olduğunda İkbal’in tespitlerinin en çarpıcı olanı: hayatın ekmek ve yağdan öte bir şey olduğu ama çocuklarımıza hedef olarak ekmek ve yağı verdiğimiz. En çarpıcı olanı çünkü, atandığım her okulda ilk hafta öğrencilere bazı sorular sorar ve dünyaya bakış açılarının bir özetini çıkarmaya çalışırım. Hangi okulda çalıştıysam, bugüne kadar karşılaştığım manzara hep benzer oldu. Eğitim sistemimizin dibi, çok programlı liseden, en iyi anadolu lisesine öğrencilerin okumaktan muratları hemen hemen aynı: Para ve onun doğurduğu gösterişli dünya. Makam, mevki, şan-şöhret… Yani meta, yani masiva, yani malayani türünden ne varsa hepsi. Ulvi şahsiyetlere dönüşmek yerine süfli karakterlere dönüşmek hedef sanki. İstisnalar olmakla beraber genel manzara böyle. Hatta bir öğrencimin neden doktor olacaksın sorusuna verdiği hazin cevabı hiç unutmam. Çünkü o, hastane koridorundan yürürken, insanların açılın doktor geliyor tarzında esas duruşa geçecekleri bir manzara için doktor olmak istediğini söylemişti. Ben beynimden vurulmuşa dönmüştüm ama bunun bir önemi yoktu. Bu durum üzerine düşündükçe şunu farkettim. Bunun sebebi devletti. Çünkü en çok para getiren mesleklerin puanları en yüksek olanlardı. Ve daha çok kazanma üzerine çalışan bir sistemin kurbanıydı çocuklar. Okumayı akıllı, ahlaklı ve aşkla dolu bir şahsiyete dönüşmek için örgütleyen bir sistem yerine, çok kazanarak lüks ve israfa meyleden ve çok tüketen karakterler inşa etmeye çalışan bir sistem vardı ortada. Hal böyle olunca bunun talep edilmesi de kaçınılmazdı.
Devletin istihsal biçimlerinin sebep olduğu bu duruma, bir de ebeveynler gelecek korkusuyla destek olunca size sadece şenliği şeyretmek kalıyordu. Geleceğinizi inşa etmek yerine mahveden şenliği.
Eğitim-öğretimin aile, okul, öğrenci ve müfredat gibi sacayakları vardır. Başarıyı getiren bunlar arasındaki uyumdur. Başarısızlık ise uyumsuzluktur. (Buradaki başarıdan kasıt kemmi değil keyfidir. Parasal değil ahlakidir. Nefsi değil insanidir. )İnsanı ve olma-yı merkeze koyan bir anlayışın sonuca gidebilmesi bu sacayakları arasındaki uyuma bağlıdır. Eğer uyum yoksa kaos kaçınılmazdır. Türkiye’deki maarif meselesini bugün en iyi ifade edecek kelime kaostur. Daha kötüsü de bu kaos üzerine yapılan ittifaktır. Ve bu ittifakta,
-Kızım benim babana muhtaç olduğum gibi sen de kocana muhtaç olma diyen anneler,
-Çocuklarını yarış atı gibi görüp onlarla gurur duymak için puanlar üzerinden beklentiler içine giren babalar,
-Çocuklara çok çalışmalısınız yoksa aç kalırsınız diye telkinlerde bulunan öğretmenler,
-Çocuklar için yapılan her toplantıda notlar ve başarı üzerinden beklentilerini sıralayıp, başarısızlıklara hesap sormaya kalkan müdürler olunca, ortaya herkesin şikayet ettiği bir garabet çıkıyor. Bu garabetin merkezinde de çocuklar yer alıyor. Kendilerine sormadan alınan kararların kıskacında kendilerine hedef koyan çocuklar. Gözlerini açtıklarından beri, tüketmeye alışmış ve kanaatin tezgahından geçmemiş çocuklar. Doymanın ve yokluğun ne olduğunu bilmeyen, yokluğu, bir gün varlık denizinde yüzmek için bilenme olarak yaşayan çocuklar. Saygı denizinde sevginin kulaçlarıyla yüzmenin terbiyesini almamış çocuklar.
Peki biz neyi yanlış anladık ya da başımıza ne geldi ki böyle bir anlayışla çocuklarımızı bir canavara dönüştürmenin tetikçisi olduk? Yakın tarih bu sorunun cevabı için iyi bir zemine sahip ama bana göre en başa, evvel emire dönmek gerek.
Bilindiği üzere, Kur’an’ın ilk emri ‘Oku’ dur. Allah her şeye oku emriyle başlamış ve bize bu emir üzerinden vizyon belirlemiştir. İlk emrin tefsiri diyebileceğimiz diğer ayetleri bütün halinde okumayı başaran ecdad, Ashab-ı Suffa’dan Nizamiye Medreseleri’ne, Enderun’dan Sahn-ı Seman Medreseleri’ne çok iyi okullara ve eğitim sistemlerine imza atmıştır. Ne zamanki İkra’ ayeti üzerine düşünmeyi bırakmış, o zaman Kur’an’ın bütünlüğünü de kaybetmiştir ecdad. Bu bütünlüğü kaybetmenin ilk faturası maarif davasının kaybıdır. Biz, kaybetmiş ya da kaybolmuş nesillerin çocukları olarak bu davayı kazanmayı, ancak ilk emirle yeniden yoğrularak başarabiliriz. Çünkü, bu emir üzerine kafa yormaz, bu emirle yoğrulup yorulmazsak ortaya okumayla ilgili yanlış bir anlayış çıkıyor. Oku emrini, yanlış anlama ya da onu hiç anlamama ise eğitim-öğretimle ilgili bazı sözlerin ve beklentilerin taçlanmasına sebep oluyor. Bu söz ve beklentileri, sağlıklı bir analize tabi tutmadan kabul etmek ise, onulmaz yaralar açıyor zihinlerde. Zihinlerde kalmayan bu yaralar bir zaman sonra karşımıza sistem olarak çıkıyor. Ferd olarak yanlış anlamayı düzeltmek mümkünken, sistem halindeki yanlışı düzeltmek imkansızlaşıyor. Bu uğurda birey olarak yapılacaklar ancak surda bir gedik açmaya benziyor. Bu gedik mukaddes bir gedik olsa da, sistemin tamamını kaplayan bir sinerjiye dönüşmediği sürece akim kalması kaçınılmaz oluyor.
Eğitim her ne kadar bireysel olsa da, sonuçları kitleseldir. Bir kişiden çıkan enerji, bütün insanlığı içine alçak bir sinerjiye dönüşme potansiyeline sahiptir. Ama bunun için gerekli olan sistemdir. Ve bu sistemin bir davaya kendini yaslaması gerekir. Bu davayı kimin göğüslediği mühim değildir. Mühim olan, bireysel özveriyle elde edilen verimin kitlesel yansımalarını kontrol edip yönlendirecek bir gücün olmasıdır. Ve bu güç en temelde devlettir. Devleti yönlendiren de insanlardır. Doğru insanların olduğu düzgün işleyen mekanizmaya sahip bir devlet ancak doğru bir eğitim sistemine imza atabilir. Aksi durumda sonuç bugünkü gibi olur. Ve bugünkü durumun sebebi bugün yaşayan ve yaşananlardır. Ne var ki, bugünün sorunlarına çözüm üretecekler de bugünün insanlarıdır.
Hülasa, bu paradoksun içinden çıkıp çözüm üretmek, bizi bekleyen en büyük sorundur aziz dostlar!
Baki selamlar!