“Şahsiyyet-i Muhammedî” ile, “Hakikat-i Muhammedî” (sav) ayrıdır. Zira Hakikat-i Muhammedî (sav), hakikati vahiy olmakla birlikte bütün peygamberlerin hakikatini taşımaktadır.
Onun için Cenab-ı Allah “Levlâke levlâk lemâ halaktü’l-eflâk”; yani “Yâ Muhammed! Sen olmasaydın, sen olmasaydın felekleri yaratmazdım.” kudsî hadisiyle bu hakikati ifade etmektedir.
Bu sebeple Resul-i Ekrem’e (asm) “Sultân-ı Levlâk” denilmiştir. Bu hadîs-i kudsîdeki (kef) muhâtab zamîrinden murâd, Hz. Peygamber’in (asm) şahsiyyet-i beşeriyyesi değil; belki umûm kainatla alâkadâr olan risâleti murâddır.
Bu hadîs-i kudsî ise şu âyet-i kerîmelerin ifâde ettikleri hakikatin hülâsâsıdır: “Ben, cinleri ve insanları yalnız bana ibâdet etsinler diye halkettim.” (Zariyat 56). “Ey Resulüm! De ki; eğer duâ ve ibâdetiniz olmasaydı ne ehemmiyetiniz olurdu?” (Furkan 77).
Evet, Cenâb-ı Hakk, kâinatı insan için; insanı da ibadet için halk etmiştir.
Demek insanın ibadeti olmazsa, insanın yaradılışı “abes” ve “hikmetsiz” olacaktı.
Dolayısıyla kâinatın yaratılmasının da bir ma‘nâsı olmayacaktı.
İnsanın ibadeti ise; ancak Resul-i Ekrem’in (asm) ve avanelerinin “resul” olarak gönderilmelerine ve beşere nasıl ibadet edeceğini öğretmelerine mütevakkıftır.
O hâlde denilebilir ki; eğer Resul-i Ekrem (asm) ile avanesi olan peygamberler olmasaydı, beşer, Cenâb-ı Hakk’ı tanıyıp iman ve ibadet edemeyecekti.
Dolayısıyla kâinatın yaratılması da abes olacaktı. Sâni‘-i Hakîm de abes ve israftan münezzeh olduğu için kainatı ve insanı yaratmayacaktı.
O hâlde mezkûr hakikatten dolayı, yukarıdaki kudsî hadîsin ayn-ı hakk ve hakikat olduğu bedâheten anlaşılmış oluyor.
Selam ve dua ile
Fiemanillah