Ülke olarak dışarıdan kaynaklanan çok sıkıntılı günlerden geçiyoruz ve bu durum bu şekilde biraz daha devam edeceğe benziyor. Bilhassa 2012’den bu yana eşi benzeri çok az görülen bir saldırı ile karşı karşıyayız. Maşaların bir şekilde saf dışı bırakılması ile asıl failler mücadelelerini bizzat yürütmek zorunda kaldılar.
Klasik bir cümle de olsa, bu badireleri hep birlikte kenetlenerek aşabiliriz ancak. Bunun başkaca yolu yok.
Dışarıya karşı yapılması gerekenlerin yanında ülke içinde de yapılması gerekenlerin olduğunu asla unutmamak lazım. Bu safhada herkesin fikrinin önemli olduğu da unutulmaması gereken bir diğer husus. Yaşanmakta olan bazı olumsuzlukları bu şekilde bertaraf etmek daha kolay olur. Gözlerimizi kapatmakla, görmezden gelmekle, dillendirmemekle o olumsuzluklar kendiliğinden ortadan kalkmaz. Hele ki çözüme odaklı görüş ifade edenleri de suçlamak daha başka sorunlara yol açar.
Benim son zamanlarda çok fazla kullandığım “Bizi de bir dinleyen olmalı” cümlesini vatandaş çok fazla kullanıyor ve bekliyor.
Benim bu ifadelerim üzerine bir siyasi yetkili kardeşim/arkadaşım “Biz halkla bütünleşmek için danışma/istişare toplantıları tertip ediyoruz. Gelip herkes derdini, beklentilerini söyleyebilir” demişti.
Galiba onun söylediği ile benim söylemeye çalıştığımın arasında dağlar kadar fark olduğunun farkında değil. İnsanların beklentisi lütuf falan değil, değer verildiğini ve kıymetli olduğunu görmek ve hissetmek istiyor.
Parti binalarında protokol kurallarının en alasının uygulandığı böyle toplantılarda kim gerçekten sıkıntılarını, beklentilerini onlarca hatta yüzlerce kişinin var olduğu ortamlarda mikrofon vasıtası ile ya da sesini muhataplarına duyurabilmek için metrelerce öteden yüksek sesle söyleyebilir? Söylese dahi bir faydası ve neticesi olur mu?
Siyasi parti yetkilileri halkın ayağına kadar kamerasız, basınsız, protokol vs olmadan gidip dertlerini dinleyip gereğini yapmadığı müddetçe bu tür şeyler söylenmeye devam edilecektir.
15 Temmuzda atmosferinde bakanlarla, milletvekilleriyle, üst düzey siyasi yetkililerle hiçbir koruma vs. olmadığı ortamlarda yan yana, omuza omuza yürüyen, dertleşen hatta sımsıkı sarılıp kucaklayan halk vardı. Ki buna Cumhurbaşkanlığı Külliyesi önünde o sıcak saatlerde bizzat şahidim. Abdülhamit Gül’e, Mehmet Şimşek’e, Bekir Bozdağ’a, Nabi Avcı’ya, Taner Yıldız’a, Ahmet Gündoğdu’ya ve pek çok kişiye koruma duvarı olmadan doya-doya sarılan, kucaklaşan, dertleşen hatta onların bizzat kendi elleri ile ikram ettiği çorbaları yudumlarken onlarla birlikte volta atıp vatan nöbetini tamamlayanların canlı tanığıyım.
Ömrümüz boyunca bir papağan gibi aynı şeyleri tekrarlayıp durmanın, (bir icabet olmadığını görmemizden dolayı) da fayda getirmeyeceği artık aşikâr.
Her neyse; tuhaf günlerden geçiyoruz ve bugünlerde bazı soruların birden fazla doğru cevabı var. Ve insanlar birden fazla doğru cevabı olan bir soruda tek bir seçenek işaretlemeye mecbur bırakılıyor.
“Ya derdime derman/Ya katlime ferman!” deme durumuna gelmiş bir o kadar da insan mevcut iken “Kuş Dili” ile konuşmaya mecbur hissedilen bir dünyada anlaşmak ve anlaşılmak da kolay değil. Bu Kuş Dili ile konuşmak bir dayatma sonucu olmasa da bazı kimseler kırıp dökmemek adına böyle bir dil kullanmaya özen gösteriyor, mecbur kalıyorlar. Ortam iyi okunmalı ve gereği yapılmalı. Kimse “Kuş Dili” ile konuşmak zorunda da kalmamalı.
Güzellikler sizinle olsun…