Evet, iddiamız kurunun yanında yaşın yanmayacağına dair. Çünkü yanıyorsa onda yanmayı gerektiren bir istidat var demektir. En azından Rabbanî sosyolojide, bu böyledir. Helak edilen kavimlerin hikayelerini okuruz, Mushaf’tan. Vaktiyle halk edilen bütün bir şehir halkı, güçlü bir sebebe mebni olarak helak edilmiştir. İçlerinden habercilere kulak verenler kurtulurken kulaklarını tıkayanların kökü kurumuştur. Haddizatında kurunun yanında yaşın yandığı kıssalar da anlatılır. Bütün bir halkın azaba uğrayarak yok edildiği bu hadiselerde, kötülerin yanında iyilerin de türlü acılar çekerek kahr-u perişan edildiğini sanırız. Aslında öyle midir?
Meselenin nirengi noktasına atılan düğüm, aktif iyi ile pasif iyi literatürünün semantik dünyasında çözülür. Çünkü Kuran hayırda özne olmayanları, iyi kategorisine sokmaz. Şâri’nin anayasasında iyilik, edilgen değil etkendir. Kişisel niyet ve çabası ve Rabbin taltifi ile salihler arasına giren kişi, her anlamda fail olmak zorundadır. Zira iyilerin kendi dünyasına çekilmesi, “birr”i sadece kendi içlerinde yaşamaları, edindikleri ya da edildikleri hayrı başkalarına taşıyarak çoğaltma görevini terk etmeleri, tek başına yeterli bir şer olarak kayıtlara geçecektir. Şer tabiatı icabı virütiktir, bulaşıcıdır ve yayılmacıdır. Bu sebepten hayrı fark edip onu ikame edenlerin yapmaları gereken aynı zamanda şerre set germektir. Bu ise hayrı, pasiflikten aktifliğe taşımakla mümkündür. Tıpkı Anadolu’nun coğrafi fethinden evvel, Alperenlerin ya da Balkanlar’da Bektaşi dervişlerinin gönülleri fethetmesi gibi.
Sözünü ettiğimiz şey; ed-Din’in en önemli sosyal projelerinden/ödevlerinden biri sayılan “Emr-i bi’l-maruf ve nehy-i ani’l-münker”dir.
Bu, aslında bir sosyal cihattır ve kuşkusuz cihadın bu nevi, en çetin olanıdır. Çünkü bizi önce kendimizden başlatır, kavgaya. Yontulması gereken sivriliklerimizin, düzeltilmesi gereken yamukluklarımızın ayırdına vardırır, kendi sinir uçlarımıza dokunmamızı ister, evvela. Sonra sınır uçlarımızı kontrol ettirir, ‘hadd’i hatırlatmak için.
“Hayat, iman ve cihattır!” düsturunun işaret ettiği ilk hedef, tam burasıdır.
Biliriz ki ben olmadan ne öteki ne de öteler mümkündür.
“Kötülük karşısında Müslümanın tavrı üçtür” der Son Peygamber ve ekler: “Gücü yetiyorsa eliyle düzeltir, yetmiyorsa diliyle. Ona da gücü yetmiyorsa kalbiyle buğz eder. Bu ise imanın en zayıf noktasıdır.” Hadiste imanın en zayıf noktası olarak işaret edilen buğz etmek; en yalın ifadesiyle kötüye kötü diyebilmek, kötülüğe ve kötüye öfke besleyebilmek demektir. Bu, aklın yani kalbin fiilidir. Epistemolojik bir tepkidir. Müraice bir hamaset değil, hasbî bir serzeniştir. Çevremizde sökün eden bir şerrin ortadan kalkması için elimizden bir şey gelmediğinde, ona kalbimizi teslim etmemek için surat asma hakkımızı kullanmaktır, buğz etmek. Çünkü buğz da etmezseniz, iblis benliğinizi teslim almış demektir. Bu teslimiyet, nemelazımcılık şeklinde tezahür eder. Artık kötülüğün bilfiil bir paydaşı ya da parçası değilseniz bile duyarsızlığınızla destek veriyor, görmezden gelerek epidemik bir salgına dönüşmesi yolunda nötr bir iletken vazifesi görüyorsunuz demektir.
Sözün en başına dönecek olursak, eğer kurunun yanında yaş da yanıyorsa bilin ki aslında o yaş değildir. Kurunun yani karanın yani karanlığın şeytanî kıroluklarına ses etmeyerek henüz
yanmadan zaten kararmıştır, o.
Baki selam…