Jeopolitik denilince akla ilk önce devlet, coğrafya ve politika arasındaki ilişki gelir. Dünya veya bölgesel hâkimiyet mücadelesinde jeopolitiğe sıkça referans verildiği görülür. Bilhassa jeopolitikte, bir ülke için hangi coğrafi bölgelerin önemli olduğu ya da hangilerinin kontrol altında tutulmasının ülkenin çıkarına uygun olacağı, sıkça tartışılan bir konudur.

Tarihteki en önemli komutanlardan biri olan Napolyon Bonapart’ın (1769-1821) ünlü ifadesiyle, “her devlet kendi coğrafyasının siyasetini yapar.” Günümüzde küresel ölçekte yapılan tartışmalar, politika ile coğrafya arasında kurulan ilişkiye dayalı gelişen dış politika davranışlarının uluslararası iş birliğine ciddi ölçüde zarar verdiği yönündedir.

Bu görüş, iki temel gerekçeye dayanıyor. Birincisi, jeopolitiğe dayalı dış politika anlayışının devletin saldırgan niteliğini tetiklemesi ve bölgesel iş birliğini sınırlaması. Böylelikle devletler kendi bölgelerinde stratejik bir rekabetin içerisine çekiliyor ve sonuçta her taraf kendisini ekonomik ve siyasi açılardan haklı göstermenin peşine düşüyor. İkincisi ise jeopolitik kaygılara dayalı bakış açısının sınır aşan ulus ötesi sorunlara tek başına çözüm üretmede yetersiz kalması.

Buna göre son yıllarda tüm haşmetiyle geri dönen jeopolitik, küresel sorunlar karşısında birlikte hareket etme kabiliyetini bir hayli kısıtlıyor. Küresel olan bir sorun ancak küresel çözümler ile çözülebilir. Bu bağlamda uluslararası örgütler, devletler ve sivil toplum gibi öne çıkan bütün paydaşlar arasında sürdürülebilir küresel ortaklıklar inşa etmek zaruridir.

Jeopolitiğe yöneltilen bu eleştirilerin pandemi sürecinde daha da arttığı gözlemleniyor. Özellikle salgının ortaya çıkardığı küresel yönetişim ihtiyacının bu durumu ziyadesiyle tetiklediği anlaşılıyor. Bu noktada en büyük beklenti, devletlerin küresel ve bölgesel ölçekte jeopolitik bir yumuşamaya yönelmesi ve bu sayede küresel ve bölgesel yönetişime ağırlık vererek sınır aşan sorunların üstesinden birlikte gelmeleri.

Doğu Avrupa’dan Doğu Akdeniz’e ve Ortadoğu’dan Güney Çin Denizi’ne kadar uzanan geniş coğrafyada büyük güç sürtüşmelerinin varlığı, yalnızca bölgesel güvensizliği artırmakla kalmıyor, aynı zamanda tüm dünyayı sınır aşan tehditlere maruz bırakıyor.

Fakat buradaki en büyük açmaz, uluslararası barış ve güvenliği korumakla görevli kılınan Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi Daimi Üyeleri’nin arasında meydana gelen çıkar çatışmaları ve her üyenin kendi ulusal çıkarının tehlikede olduğuna inanması. İşte bu açmaz bir taraftan jeopolitik rekabeti körüklerken diğer taraftan da küresel yönetişimi baltalıyor.

Bir başka önemli sorun ise uluslararası toplumu yönlendirmede Amerikan liderliğinin ve koordinasyonunun belirgin bir şekilde aşınması. Amerikan idealleriyle Amerikan çıkarlarının ayrılmaz biçimde iç içe geçmiş olduğu gerçeği, herkes tarafından biliniyordu. Ancak 2000’li yılların başından itibaren Amerika’nın dış politika davranışlarının giderek öngörülemez bir hale gelmesi, müttefiklerin öncelikleriyle uyuşmayan jeopolitik kaygıları beraberinde getirdi.

Özellikle Amerikan siyasetinde ortaya çıkan tektonik kaymaların müttefikler arası dayanışma ruhunu tahribata uğrattığı söylenebilir. O nedenle ABD Başkanı Joe Biden’ın dünya ülkelerini, Rusya ve Çin’e karşı demokratik bir blok oluşturma çağrısına, ciddi bir katılım ortaya çıkmıyor. Tüm bu faktörleri bir araya toplayınca, ABD üzerindeki kafa karışıklığının ve de küresel yönetişim ile jeopolitik duyarlılık arasındaki rekabetin bir müddet daha devam edeceği anlaşılıyor.