Michel Franco’nun hem yönetmen olarak, hem senarist olarak imzasını taşıyan Kronik, prömiyerini yaptığı Cannes Film Festivali’nden En İyi Senaryo ödülüyle ayrılmıştı. Filmin başrollerinde başarılı oyuncu Tim Roth, Bitsie Tulloch ve David Dastmalchian yer alıyor.

Tim Roth filmde David isimli bir erkek hemşireyi canlandırıyor. Aslında bir çeşit hastabakıcı da diyebiliriz. David “ölüm döşeğindeki” hastalarla yakından ilgilenerek, onların yaşamlarının son dönemlerindeki en yakın sırdaşları olur. Hastaları ile kurduğu bu bağı o kadar ileriye götürür ki, hastasıyla yaşadığı dünyanın dışına çıktığında ona sorulan “Kimsin?” sorularına hastasıyla bağlantılı cevaplar vermeye başlar. Bir hastasının kocası, bir hastasının oğlu olabilmektedir.

Filmin bir arabanın içerisinde başlayan uzun açılış sahnesi inanılmaz güzeldi. O sahne ile birlikte yönetmen bizi David’in yan koltuğuna oturtuyor ve David’in iç dünyasına doğru bir yolculuğa çıkartıyor.

Kendi yakınlarının annesine, babasına, kardeşine ve hatta eşine uzaklaştığı hastalık anlarında bir hasta bakıcının sanki normal bir insanmış gibi kendileriyle ilgilenmesi kuşkusuz hasta olanlar için unutulmaz bir değer taşıyor. Ve bu durum başlarda bir tedirginliğe yol açsa da zamanla hasta ve bakıcısı arasında bir bağ oluşmasına vesile oluyor. Bu, bazen o hastanın yakınları tarafından yadırgansa da gerçeklere baktığınızda yadırganmayacak kadar normal bir durum.

David, hastalarının hayatını kaybettiği anlarda bile onlara şefkatle yaklaşırken günler ilerledikçe bazı terslikler yaşamaya başlıyor. Bu terslikler ile birlikte onun hayatının daha da derinlerine inmeye başlıyoruz. David’in neden sadece hastalarıyla çevrelenmiş bir hayat kurduğunu ve toplumdan soyutlandığını geçmişte yaşadığı olayların izlerinden okumaya başlıyoruz.

Kronik filminin Cannes’de en iyi senaryo ödülü almış olmasına şaşırmamak lazım. Filmin kendi akışı her ne kadar sessiz sakin ilerlese de duygusal anlamda hareketli ve sorgulatıcı anlar yaşattığı muhakkak. Haftanın kaçırılmayacak kadar etkili filmlerinden biri.

MEMLEKET’İN HAVASI SOĞUK

Bu hafta vizyona giren filmlerden bir diğeri ise Murat Saraçoğlu imzalı Memleket. Mehmet Pehlivan, karısı Koca Nene ve torunları Narhanım, tamamı sular altında kalmış bir Anadolu köyünün son üyeleri olarak yaşamaktadırlar. Evleri mezarlığa bakan bir yamaçta olduğu için kurtulmuştur. Bu yaşlı karı kocanın oğulları ve gelinleri -filmde neden ve nasıl olduğunu hiç görmeyeceğimiz bir biçimde- ölmüşler ve yetim Narhanım da dedesi ve ninesiyle yaşamaya devam etmek zorunda kalmıştır. Narhanım’ın bir tekneyle okula gidip gelmesi ve yarım akıllı bir tarla bekçisi olan Osman’ın ara sıra onları ziyarete gelip gitmesi dışında hayatlarında hiçbir hareket yoktur. Ancak bir gece, civardaki bir mülteci kampından kaçtığını öğrendikleri bir hırsızın evlerine gelmesiyle hem durağan hayatları değişir.

Memleket filmi çok şey anlatabilecekken yarım kalmayı, daha doğrusu, susmayı tercih etmiş bir film gibi geldi bana. Murat Saraçoğlu’nun Karagül dizisini çekerken bir yandan da bu filmi çekmiş olmasından mıdır bilmiyorum, filme fazla kafa yorulmadığı izlenimi doğuyor. Hayattaki tek derdi vakti kaçırmamak olan Koca Nene’yi izlemek elbette hoş ve güzel. Özellikle İstanbul gibi bir metropolde hayatını delirmişçesine bir koşuşturma içerisinde devam ettiren bizler için hayatını vakte göre kurgulayan insanları görmek biraz şaşırtıcı oluyor. İstanbul’da bize yetmeyen zamanın köye vardığınızda daha ağır akması ile bunu anladığımız zamanlar oluyor zaten. Ama insanoğlu gün geliyor ve bunların hepsini unutuyor.

Memleket bu noktada biraz deneysel bir film havasında ilerliyor. 105 dakikalık filmin neden 60 dakikada bitirilmediğini sorgulamadan edemiyorsunuz. Bir filme azıcık da olsa heyecan ve aksiyon bekleyenler için Memleket iyi bir tercih olmayacaktır.

Ama vakti sorgulayan ve vakit geçirmeyen bir film izleyerek bu mevzuya kafa yormak isteyenler için ideal.