Belirsizlikler çağında en belirgin olan şey belirsizliğin kendisidir.                                                 

Bu çağın en belirgin olan başka bir yönü de totaliter iktidarların gittikçe artan otoritesidir.

Zira korkuların kaynağı belirsizlik ve belirsizliğe karşı direnmeyi engelleyen savunmasızlıktır.

Dolayısıyla iktidarların besin kaynağı da korkular ve yönetilemeyen belirsizliklerdir.

Korku ve belirsizlikler olmasaydı iktidarlar gıdasız kalır ve sonunda yaşayamazlardı.

Korkular ve belirsizlikler insanı ya da zayıf devletleri başka ve daha üstün bir gücün himayesine sürükler.

Korku ve belirsizlikler arttıkça muktedirin de iktidarı pekişir.

Zayıf devletlerin korkularının, ABD'nin iktidarını nasıl beslediğini bu hakikatle izah edebiliriz.

ABD'nin kendi coğrafyası dışında neden korku ve belirsizlikleri beslediğini hatta ürettiğini de tabi ki.

Mikhail Bakhtin'in "kozmik korku"su nasıl ki insanı ilahi bir güce itaate zorluyorsa beşerî korkular da zayıf devletleri ve zayıf insanları güçlü devletlere ya da insanlara itaate zorlar.

En büyük “esaret” korkularla geliyorsa en büyük “hürriyet” de korkuları yenmekle başlıyor demek ki.

Aydınlanmacıların en büyük iddiası, “aklın her şeyi kudreti altına alacağı ve bütün öngörülemezlikleri yok edeceği” yönünde idi.

Fakat sonuç kocaman bir iflas oldu.

Bırakın daha iyisini, mazlumlar ve mağdurlar adeta dalgalar karşısında hiçbir kudrete sahip olamayan planktonlara döndüler.

Kural koyma gücü, aynı zamanda kuralları askıya alma ya da geçersiz kılma gücünden gelir.

En yüce kural koyucu/belirleyici olan şüphesiz Allah'tır.

Geldiğimiz noktada insanın yeniden keşfetmesi gereken en büyük özgürlük alanı da işte bu “ilahî” olana rücudur.

Suçlu olan insanın suçlayacağı başka bir “güç” kalmamıştır.

Kötülüğün tarihi, insanın en acımasız yanlarına şahit olmadı mı?

Uzayan şiddet halleri Joseph Roth’un, “duyarsızlaştırıcı alışma” dediği durumu ortaya çıkarmadı mı?

O: “Acil durum süresi uzatılırsa, yardım elleri ceplere geri sokulur, merhamet ateşleri sönmeye başlar” diyordu.

Öyle değil mi gerçekten de?

Acının on yıllardır sürdüğü yerlere karşı dünyanın tavrı tam da bu değil mi?

Hamit Bozarslan’ın; “Ortadoğu bir şiddet tarihi” tespiti kadar acı olan başka bir tespiti de Enzo Traverso 20. Yüzyıl Avrupası için yapıyor ve “bir şiddet laboratuvarı” diyordu.

Bu laboratuvarın kapatıldığını veya çalışmalarını durdurduğunu gösteren hiçbir delil bulunmadığını da Zygmunt Bauman söylüyor.

Günther Anders, “Nagazaki sendromu” kavramıyla, devam eden şiddetin, zalimi de duyarsızlaştırdığını öne sürdü.

O şöyle diyordu; “Bir kere yapılmış bir şey, her seferinde daha az çekinceyle tekrar tekrar yapılabilir; [hem de] her seferinde öncekinden daha da duygusuzca, rahatça, daha az düşünce ve gerekçeyle… Onu engellemek için yapılan savaşı kazanma şansı azaldıkça ve kaybetme ihtimali arttıkça, haddi aşmanın tekrarlanması yalnızca mümkün değil, [artık] olasıdır.”

Evet, ABD’nin Japonya’ya atom bombası yağdırmasının en çarpıcı tanımı işte bu duygusuzluk haliydi.

Sadece canavarlar canavarlık yapsaydı, işi çözmek çok daha umut verici olabilirdi.

Ne yazık ki düşünen varlık olarak insan, çok daha organize bir akılla ve soğukkanlı olarak vahşet üretiyor.

Ve insanın en savunmasız olduğu şey de yine kendisinin “ortaklaşa olarak üretebildiği hastalıklı davranma” potansiyelidir.

İnsan, güya ilahi olandan geri aldığı özgürlüğünü -Aydınlamacıları kastediyorum- yine insan olana kaptırmış görünüyor.

Yani insanı en büyük tehdit kaynağı, yine insandır…