TARİH, bugünleri de dün gibi kaydetti.
Bizden sonraki nesiller de bugünleri okuyacaklar.
Cesaretin, aklın, basiretin ve ferasetin liderliğini gördükleri gibi, korkaklığın, teslimiyetçiliğin, boyun bükmüşlüğün ne olduğunu da okuyacaklar.
28 Şubat, anti-emperyalist bir dil ile yükselen Türkiye’deki dindarlığın kırılma noktalarındandır.
Duvara toslamak kader değildir; ancak Batı karşısında aklı özgür bırakmamakta ısrar etmek, bunu bir kader gibi algılanır kılabilir.
Hâlbuki dün nasıl zafer bizimle olmuşsa, bugün de ona erişmek mümkündür.
Üretmek için aklın özgürlüğü, aklın özgürlüğü için de inanmak şarttır.
Hem de “Ey iman edenler, iman ediniz!” ayetiyle…
Ki zafer, inananlarındır!
28 Şubat sürecinde, “Batı’yla hesaplaşmak yerine, Batı ile ittifak ederek yola devam edelim” şeklinde bir kırılması yaşadı dindarlık.
Batı’ya karşı geliştirilmiş değerlerle değil, değerlerini Batı’nın değerleriyle değiştirmek üzerinden seçilen kavramların uyumu ile kendini ifade etme yolunu seçti.
Ve neo-liberalizm, 28 Şubat’tan istediğini böylelikle almıştı.
Dindarlar tarihî tüm medeniyet birikimlerini, “insan, değer ve yaşam biçimi” üzerinden var olmak yerine, “bireycilik, özgürleşme ve zenginleşme” kavramlarının esas olduğu bir benzeşme sürecine terk ettiler.
Bu, ideolojik bir kimlik hâline geldi!
Tasavvufun “kendini kontrol esaslı” şekilde yönlendirdiği iyi ile kötü arasındaki sınırlandırma esası ve de hâliyle akıl ve ruh terbiyesi elden yitti.
Yerine, içi boşaltılmış ama Batı ile uyumlu olmak adına meşrulaştırılmış bir “içeriksizlik” modu adapte edildi.
Bedelini hep birlikte savrularak ödedik!
Bireysel ve toplumsal yaşamımızda kontrolsüz bir süreç yaşadık bu yüzden!
Elbette Batı anlaşılmalıdır.
Zira Batı’nın başardıklarını inşâ eden “insana ait aklı” anlaşılmalıdır.
Çünkü bu duvarı aşabilmek ve insanî varlığa anlam katabilmek için bu gereklidir.
Ancak bu, hiçbir zaman Batı ve Batıcılık karşısında bir yenilgi kompleksi ve teslimiyetçiliğe sebep olamaz!
Bizim bir galibiyet arayışımız var.
Bu arayışta elbette insan ve Batı üzerinden gelinen noktayı idrak etmekle yükümlüyüz.
Fakat Batıcılık ve onun güç merkezlerinin emperyalist dili karşısında teslimiyetçi olursak, biliniz ki sınırlar, Hacerü’l-Esved taşına dayanacaktır!
Peki, bu muhtemel tehdit karşısında ne yapmalı, hangi tercihlerde bulunmalıyız?
Birincil ve öncelikli elzem şart, ümmetin “aklın özgürlüğünü” fark etmesidir!
Çünkü kâinat ve insan ilişkisinde sırlar, insan aklı ile idrak edilmek üzere insana emanet edilmiştir.
Emaneti fark eden bir akıl, Müslümanlar’ın yeniden tarih yapıcılığının önünü açacaktır.
Bu, ancak Tevhîd’in sınırları içerisinde aklı zorlayarak mümkün olacaktır.
Neden bu konuya değindiğimi belki merak edeniniz olmuştur.
İzah edeyim…
ABD ile tarihin en önemli kriz sürecini yaşıyoruz!
Sayın Erdoğan’ın, 3 Kasım 2002’den bu yana, Türkiye’nin menfaatlerini esas alan ve de Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin bağımsız bir “mülk” olduğunu ortaya koyan dik duruş karşısında, kapı arkalıklarında duran birileri “çok ileri gidiyor”!
Bu kadar da olmaz ki!
Sertliğe ne gerek var?
Bir ekonomik kriz çıkarsa, “Bu bizim menfaatlerimize aykırı!” türünden korkaklık ihtiva eden, yenik ve ezik ruhlu politik tiplerin hangi adreslerde bu millete 28 Şubat süreci sendromu yaşatmak için kirli ittifaklar içerisinde olduklarını biliyoruz!
İkinci bir 28 Şubat sendromuna bu millet boyun eğmeyecektir!
ABD’nin çıkarlarına hizmet eden bir Türkiye yok artık!
Ancak ve ancak kendi çıkarları için ABD ile de diplomatik ilişki kuran ve geliştiren bir Türkiye var.
Ey ezikler, siz anlamasanız da bu böyle!
***
@mkulunk: “Tüm farklılıklarımız ile biriz ve insanlığın ümidiyiz. Erdoğan hattında durmak, bir olmaktır bu coğrafya için!”