Şimdiki gibi, plastik çerçevelere sıkıştırılıp plastik yutmuş suratlar kusmuyordu o zaman aynalar. Ona göz koyanlardan en hüzünlü kusurları emiyor, sonra da ruh çehresinin en bediî çizgilerini akıtıyordu belki de kendisine nazar edene.

O zamanlar öyleydi.

Boşuna yazmazlardı, en afilli aynaların tâ kalbine:

Seni yüz sûrete kor; itme mir’atı şikeste… 

“Kırma’’ derdi eskiler; “Kırma aynayı; seni yüz parça eder’’

Zira bir ruhu incitmek, incinenin de incitenin de ruhunun pafta pafta doğranması demekti. Hat erbâbı, bu hakikati meşk ile nakşederdi hat levhalarına; sanat sahibi, aşk ve irfan ile döşerdi aynaların varaklarına…

Gönül hattatları, gönlü, zarif ve kurtarıcı dokunuşlarla hücre hücre işleyen hakikat sanatkârları vardı bir de… Onların da işi, bu kuşatıcı hakikati hikmetle dokumaktı narin ruhlara. Ömürlerini vakfetmişlerdi kimseyi kırmamaya. Ve dahi kimseyi birbirine kırdırmamaya…

***

Öyle ya, aynaydı insan insana. Aynaydı insanın kalbi bütün kâinata.

Bir kalbi yıkmak, diledi mi yıkıcıların en yıkıcısı olan Allah’ın (azze ve celle) evini yıkmaktı…

Hani, nerede o yüce Kâbe-i Muazzama’ya; ‘’Ne büyüksün ve hürmetin ne büyüktür, lakin bir mümin, Allahü teâlâ indinde senden daha muhteremdir’’ kelâmıyla edilen şanlı hitap?

Nerede, Sevgililer Sevgilisi’nin merhamet kokulu nurdan kelimelerine hakikaten iman edecek o ince ruhlar?

Hiçbirimiz mi kulak vermiyoruz Hazret-i Mevlana’ya:

Dil be-dest âver ki hacc-ı ekberest

Ez-hezârân Kâbe yek dil bihterest

Kâbe bünyâd-ı Halîl-i Âzerest

Dil nazargâh-ı Celîl-i Ekberest

Zira buyrulur ki bir gönlü kazanmak, en büyük hacdır ve bir gönül binlerce Kâbe’den üstündür. Ve dahi Kâbe, Hazret-i İbrahim’in (as) inşasıdır. Fakat gönül, Cenâb-ı Hakk’ın nazargâhıdır…

Hiç mi duymuyoruz yükseklerden inen o kâmil sesleri?

Hiç mi meylimiz yok kırgın ruhları okşamaya?

Yoksa ‘’Bizim Yûnus’’un hikmet pınarlarından da mı kana kana içemeyeceğiz:

Gönül Çalab’ın tahtı, çalab gönüle baktı

İki cihan bedbahtı, her kim gönül yıkar ise

Yahut Alvarlı Efe hazretlerini hiç mi dinlemeyeceğiz:

Hazer kıl kırma kalbin kimsenin cânını incitme

Esîr-i gurbet-i nâlân olan insânı incitme

Nitekim insan bu dünyada gurbettedir ve esir vaziyette âh ü zâr etmektedir. Yükü ağır, derdi çoktur.  Bir de üstüne onu kırmak, kalbini acıtmak insan olmaya yaraşır mı? İnsan insana bunu yapar mı? Zaten ‘’o’’ dediğimiz aslında ‘’biz’’ değil miyiz?

Ruhunu sızlattığımızın, gönlünü acıttığımızın aslında kendi aynamızdan yansıyan bir başka “biz” olduğunu ne kadar daha unutacağız?

Hiçbir şey kalp kadar yakın değildir Âlemlerin Rabbi’ne, buyuruyor ehlullah…

Katılaşmış kalplere, öfkeli ruhlara hapsedip kibre boğarak kendimizi; ebedî rahmet kapılarını aşındırmaktan daha ne kadar kaçacağız?

Sâhi…

Daha kaç ayna kıracağız?

Ve daha kaç yüz parçaya ayrılacağız?