Malumunuz, kültür, farklı yaşamak biçimlerinden hasıl olan deneyimlerin hayata yansımasıyla oluşuyor.

Bir milletin kültürünü, iklim şartları, din tercihleri, ekonomik, eğitim gibi dinamikler şekillendirdiği kadar, idari mekanizmaların, yani devletin belirlediği hedefler de kültürel altyapının oluşumunu etkiliyor.

Tüm bu şartlar dahilinde ortaya çıkan deneyimler, ülkelerin isimleriyle tarihe geçiyor. Roma, Emevi, Abbasi, Selçuklu, Osmanlı Mimarisi gibi…

Milletlerin ürettiği ne varsa devlet otoritesinin belirlediği hedefe hizmet eder olduğunda, tarih o devleti, o milleti adıyla, sanıyla, icrasıyla kayda geçerek gelecek zamanlara taşıyor.

Kültürün oluşumunda aktif rol oynayan insan, şekillenmiş kültür içinde değişime uğrama kabiliyetini gösterdiği sürece inkişaf edebiliyor.

Bu değişim, insanoğlunun akli melekeleriyle, kendisi için belirlediği inanç prensiplerinden ve dünyasını sistematize edebileceği dava şuurundan beslenirken, ulaşmak istediği hedefleri de büyüterek değiştiriyor.

Bu değişim ve inkişaf ise devletin otoritesi tarafından belirlenmiş prensipler dairesinde sistemli bir biçimde uygulandığında, o devlet dünya kültürleri arasında kendine münhasır bir değere, millet ise sağlam bir mukavemete sahip olabiliyor.

Geniş bir yelpaze oluşturan kültürel birikim ne kadar sağlam prensiplere haiz ise o derece kalıcılık arz ediyor.

İşte o kalıcı ve yayılmacı kültürel birikimler neticesinde, dünyaya nam salan medeniyetler inşa olunuyor.

Kültür kelimesi, Fransızca  “Culture” kelimesinden geçerek, Fransız dil kültürünün kıtalar arası tesirinin kendi içinde bir ispatı olarak bizlere çok şey söylüyor.

Ve şu soruyu sormak elzem hale geliyor, “dünyada hangi ülkeler, Türk dilinden ithal edilmiş kelimler ile dilini oluşturarak Türk dilini ve kültürünü benimsemiştir!?”

Ziya Gökalp kültürü, “Bir medeniyet müteaddit milletlerin müşterek malıdır. Çünkü her medeniyeti, sahipleri olan müteaddit milletler, müşterek bir hayat yaşayarak vücuda getirmişlerdir. Bu sebeple her medeniyet, mutlaka, beynelmileldir. Fakat her medeniyetin, her millette aldığı hususî şekilleri vardır ki, bunlara ‘hars-kültür’ adı verilir” şeklinde tanımlıyor.

Fakat, bugün, küreselleşme ile birlikte din ve inanç dairesinde üretilen kültürün milletlerarası kabulü asimilasyon ile neticeleniyor.

Nasraniler, tahrif ettikleri “mutlu” kitaplarıyla dünyaya hakim olma hedefine koşuyor. Zira onlar için dünyadan başka bir cennet yok!

Hz. Musa’dan bu yana ihaneti ve itaatsizliği prensip haline getirmiş Yahudiler ise, insanlığın ihtiyacı olan ne varsa patentini alarak tüm dünyaya sinsice yayılmayı başarıyor.

Siyonist ve emperyalist akıllar gerek soyut gerek somut üretimlerini markalaştırıp, sair ülkelerin (daha ziyade İslam coğrafyalarında) kültürel kodlarını bozarak, toplumsal çözülmeleri sağlamada hayli başarı sağlıyor ve toprak işgalinden ziyade, kimlik ve kültür işgali ile dönüşümü sistematik biçimde gerçekleştiriyor.

Peki, biz son yüzyıldır, mazimizden kalan ile övünmenin dışında hangi sistem, hangi politika ve hangi şartlar içinde kültürel devamlılığımıza hangi yatırımları yaptık?

Merakıma mucip iki sorum var: Zihin işgalini durdurmak, geleceğe yatırım yapmak, dünyaya Müslümanca bir iz bırakmak için geçmiş ile gelecek arasına hangi köprüleri(!) inşa ettik? Genç neslin zihninde, medeniyet tasavvurumuzu sair ülkelere taşıyacak hangi limanların kıyısında kurdele kestik!