En onulmaz hastalık kibirdir. Ne tedavisi vardır ne de ilacı… Öyle ki, bu hastalığa duçar olanlar bir daha şifa bulamazlar. Tek bir şartla: Nasuh tövbe…
Kibir (kibr) “büyüklenmek” anlamına gelir. Tevazuun zıddı olarak kullanılır. “Bir kimsenin kendini üstün görmesi ve bu duyguyla başkalarını aşağılayıcı fil ve sözlerde bulunması” diye tarif edilir. Dolayısıyla kelimenin anlamını ikiye bölebiliriz: Birincisi kendini üstün görme; ikincisi ise bu üstünlüğü tahkir edici bir silah olarak kullanma…
Böbürlenme, kendini beğenme, büyüklenme kelimelerini de kibrin yerine kullanıyoruz.
Bu manada, “tekebbür” ve “istikbâr” kelimelerine de bakabiliriz ama mevzuyu dağıtmayalım…
Birçok ayet, hadis, özlü söz kibrin ne zehirli bir hastalık olduğunu bize gösterir. Özellikle A’raf Suresi baştan sona kibir bataklığına saplanmışların halini gözlerimizin önüne serer: “Yeryüzünde haksız yere büyüklük taslayanları ayetlerimden engelleyeceğim. Onlar her ayeti görseler bile ona inanmazlar; dosdoğru yolu (rüşd yolunu) da görseler, yol olarak benimsemezler, azgınlık yolunu, gördüklerinde ise onu yol olarak benimserler. Bu, onların ayetlerimizi yalanlamaları ve onlardan gafil olmaları dolayısıyladır.” (146)
Kibirli biri zorbadır, taşkınlık yapar, ahlaksızlaşır, övünür, başkalarını aşağılar. Günah onun için önemsizdir. Günah işler, sonra abdest alıp huzura varır. Günah günlük rutinleri arasındadır. Kul hakkı yemekle lokantada kuru fasulye yemek onun için aynı şeye dönüşür. Kimseye el uzatmaz. Uzatılan ellerin parmaklarını kırar. “Benim neden böyle olduğumu değil, kendinin neden orada kaldığını sorgula” diye saçma bir refleks geliştirir. Fakat insanların “orada” veya “burada” olma tercihlerine saygı duymaz. Kendini, geçmişini ve mevcut halini hallerin en üstünde görür. Körleşir. İçinden çıktığı aileyi, sosyal çevreyi, toplumu beğenmez. Eğer bir yokluktan gelip kaderi onu üst makamlara taşımışsa bunu bir imtihan olarak görmez, kişisel yeteneklerine bağlar…
Bunlar biraz da ‘ucb’dur… Yani geçici değerlere, dünya kazanımlarına bel bağlayıp onlarla aldanırlar ve avunurlar.
Kibirli insan cahiliye dönemi tuğyanlarının özelliklerini taşır. Kendilerini seçkin, soylu, zengin görür, siyasi ve toplumsal statülerine ‘tanrısal’ bir anlam yükler. İnkârcıdırlar. Ahlaken yoksul, zayıf ve hatta hastalıklıdırlar.
Tirmizi’ye göre kibir insanları zalimler arasına sokar. Kendini beğenmiş kişiler Efendimizden uzak düşeceklerdir.
Buhari’ye göre durum daha vahimdir: Kibir cehennemliklere mahsus ‘başlıca’ kötü huylardan biridir. Böbürlenip çalım satanlar Allah’ın merhametini kaybedeceklerdir.
Müslim ve Ebu Davud’a göre ise, kalbinde zerre kadar kibir bulunan kimse cennete giremeyecektir.
İmam-ı Gazali bu hadisi şöyle şerheder: Kibir cennete girmeye engeldir; çünkü insanın müminlere yaraşır huylar kazanmasını önler; hâlbuki bu huylar cennetin kapıları demektir. Kibir cennetin bütün kapılarını kapatır; zira kibirli kişi kendisi için istediğini başkaları için isteyemez.
Mübarek Ramazan ayının son günleri…
Büyük arınma ve “ben” aynasından yüzümüzü çevirmek için son kampanya günleri…
Cüce halimize bakmadan güneş ve ay mesabesinden etrafı derin bir istihza ile temaşadan vazgeçmemiz için bize hediye edilen son günlerdeyiz…
Yazarından çizerine, siyasetçisinden bürokratına, esnafından mühendisine…
Hepimiz için böyle…
Rabbim kibir hastalığına yakalanmaktan muhafaza buyursun. Bu hastalığın pençesine düşenlere nasuh tövbe nasip eylesin. Şafi sıfatı hürmetine şifalar hediye eylesin…
Bayramımız bayram olsun…