Bu kardeşlerimize acilen yardım etmeliyiz. Bize ihtiyaçları var. Aç ve susuzlar. Üşüyorlar. Çaresizler. ‘Bomba’lar yüzünden uyuyamıyorlar. Ateş çemberi içindeler. Çok huzursuzlar. Yurt arıyorlar kendilerine, bulamıyorlar. Yandıkça yanıyorlar. Yol yorgunu onlar.  

Hayır, Suriyeli mültecilerden, Arakanlı Müslümanlar’dan, Gazzeli bebelerden bahsetmiyorum. Bunların hepsini bize unutturan ‘meşhur hoca’lara, ‘ünlü mamuller’e dikkatinizi çekiyorum.

Biricik ekmekleri kavga. Su yerine polemik içiyorlar. Dur durakları yok. Her vesileyle birbirlerine sataşıyorlar. ‘Durun’ diyenleri de kavgaya karıştırıyorlar. Birbirlerini döverek var oluyorlar. Biri diğerini çürüttükçe, çürütülen de çürüten de kazanıyor. Dillere destan oluyorlar; ağızdan ağıza geziyorlar. Ünleniyorlar. Reytingleri artıyor.

Çok şey biliyorlar. Arada bir Arapça cümleler kuruyorlar. O vakit, ağızlarının içine bakıyoruz. “Acayip şeyler biliyor bu” diyoruz. Belki bize Peygamber’den(sas) bir haber getirir, belki kalbimize Kur’ân’dan bir sır söylerler diye heyecanlanıyoruz. Ümitleniyoruz ama…  

O da ne? Biri ‘kertenkele’lere taş yetiştiriyor, diğeri ağzında ‘oral seks’i evirip çeviriyor, bir başkası ‘sidik-i şerif’ bahsi açıyor, bir diğeri ‘İmam Malik-Şafi’ holiganlarını sahneye sürüyor, bir başkası “Allah gaybı bilmez!” diye kostaklanıyor, biri uzaktan diğerinin kendisine ‘IŞİD’çi dediğini işitir işitmez, ‘İrancı, Şiici’ diye kafiye tutturmaya çalışıyor. “Yanmaz kefen”lerden Çin yapımı seccadelerde gizli siyon yıldızı magazinlerine, Hanzala’nın[ra] zifaf gecesinden, Ebubekir’in[ra] öfkesine varan tuhaflıklarda gidip geliyoruz. Hurafeler köpürdükçe, biz gariplerin dili biraz daha dolanıyor. Kavgalar sivrildikçe, gerçeğin durusuna susuzluğumuz artıyor. Dallarımız kırılıyor; kar yağıyor güvendiğimiz dağlara…

Kimin umurunda? Varsa yoksa kavga… Kavga lazım onlara… Birbirleriyle mutabık olsalar isimleri unutulacak. Uluorta kavga etmek yerine, adam akıllı tartışsalar şöhretlerinden olacaklar. Sağduyulu şeyler söyleseler, televizyonlara çağrılmayacaklar. “Falan hoca şunu dedi… Falan hoca falan hocanın şunu dediğini dedi… Falan hoca falan hocanın şunu dediğini deyince, feşmekân hoca da falanca hocanın onu demediğini demeye kalkar kalkmaz, bir diğer hoca, feşmekanca hocaya ne diyorsan sen deyince… ”ler arasında savruldukça savruluyoruz.

Vıdı-vıdı-vıdı-vıdı…

Çok şey biliyorlar. Çok şey bildikçe, daha çok kavga ediyorlar. Biz az şey biliyoruz, az kavga ediyoruz.

Çok şey bilmenin, bilmediğini bilmemenin başa bela olduğunu bize Kur’ân öğretiyor: Bakara 67. ayetten 72. ayete kadar bir okuyun. “Kesin!” diyor Rabbimiz, kulu Mûsa’nın[as] ağzından. Ama kesmiyorlar; kesecekleri sığırın yaşını soruyorlar, çok bilmek istiyorlar. Bilgilendiriliyorlar. “Hadi kesin!” diyor Rabbimiz yeniden. Kesmiyorlar; kesecekleri sığırın rengini, desenini soruyorlar. Çok bilmek istiyorlar. Yine bilgilendiriliyorlar. “Artık kesin!” diyor Rabbimiz bir daha… Kesmiyorlar; kesecekleri sığırın tarlaya sürülmüş mü sürülmemiş mi olduğunu soruyorlar. Çok çok bilmek istiyorlar. Kesmiyorlar, kesmiyorlar, kesmiyorlar…

Çokbilmiş ‘hoca’ takımımıza şefkat etmeye çağırıyorum sizi. İçlerinde o dinmeyen öfkenin ateşine azıcık su taşıyabilsinler diye onları bir süre ciddiye almamayı denesek diyorum.

Kessinler artık, susadık, sessizliğe susadık. Vallahi, Habeşli Bilal, Mekkeli Ebucehil’dan daha az şey biliyordu. Bilal sadeliğine susadık.

Korkmasınlar, unutmayız onları kavga etmediler diye. Hatırları saf kalplerimize attıkları paslı olta uçları gibi, kolay kolay çıkmayacak! Sussunlar, korkmasınlar!

Şimdi daha iyi anlıyorum Üstad Said Nursi’nin “Biz muhabbet fedaileriyiz” deyişini. Sahi muhabbet bilir mi çokbilmişler? “Aynı fikirde olmasak da seviyorum seni kardeşim” diyebildiler mi? Diyebilirler mi? Ateşlerine odun taşımasak belki bunu da bilecekler… Belki…