İnsanoğlunun hayatında “var” olan her şey de ilâhi ya da beşeri bir ölçü/kıstas mevcuttur. Aksi halde “neye/kime göre ne” karmaşasıyla bir denge yakalamak söz konusu dahi olamazdı. Fakat özellikle Geç Osmanlı Dönemi’nden bu yana devam edegelen ve bir misdâkı -ölçüsü- olmayan başta inanç ve kültüre ait değerler olmak üzere diğerlerinin de yine aynı zihniyetin kalıntıları tarafından daha da mizansız/iz’ansız hale getirilmeye çalışıldığını görüyoruz.

İslâm coğrafyasında kaybolan bu ölçü/iz’an/insaf, kullanılan dilde, getirilen eleştiride, yapılan değerlendirmede, bakışta, duyuşta, hissedişte hatta neredeyse bütün idrâki sarmalayan bir acziyettedir. Hülasa çoğumuz için “en büyük misdâk, misdâksızlık olmuştur” demek kanaat-i acizânemce abartılı olmayacaktır. Zira arz-ı endam eden toplumsal psikolojimiz bu minvaldedir.

Bugün İslâm coğrafyasının yaşadığı sorunun kaynağı kesinlikle Fransız tarihçi Ernest Renan’ın o haksız ithamındaki gibi “İslâm” değil, onun müntesibi olduğunu ifade eden ama özünü kaybetmiş “Müslüman”dır.

Bir başka kritik nokta da sebebinin “İslâm” olmadığı açık acılardır. Dünyada yaşanan zulüm ve adaletsizliklere karşı öfke duyan “radikal”ler de yaşadıkları haksızlıkların hesabını sormak için iktidar boşluklarının oluştuğu yerlere öfkelerini taşımışlardır. Bu bölgelerin nereler olduğu da açıktır. Sağlam bir Müslümanın savrulamayacağı bu denli uç noktadakiler aslında bize bir başka gerçeği söylüyor; “Müslümanlar radikalleşmiyor, radikaller ‘müslüman’laşıyor.” Her türden öfkenin hesabı, sözüm ona  “cihad” maskesi altında, zihni darmadağın edilmiş bir coğrafyada soruluyor. Bana göre asıl olan budur.

Ölçüsünü kaybeden bir coğrafyada artık yapılan her türden değerlendirme, -daha üzerinden bir gün bile geçmeden- kendi kendini çürütebiliyor.  Dildeki nezaket, yerini küfre ve hakarete çok çabuk terk edebiliyor ya da bir kadının iffeti çıkarlar uğruna gözden çıkarılabiliyor; “insan hayatı” algılarla soyutlaştırılıp, ölümün acısı “sıfır”lattırılabiliyor. O halde bizi kurtaracak ölçü/standart ne olmalıdır; siyasetten, ahlâken, hukuken ve tabi imânen?

Bu ölçüsüzlüğün birinci sebebi, asırları hatta zamanı aşan ve her çağa bir şeyler söyleyen Kur’an’dan kopmanın getirdiği faturadır. Yine sözleri yıllara ışık tutmuş ilmî, irfânî derinliğe sahip “cümle-î hikem”lerimizden aldığımız istikametin sapmasıdır. Bu sapmaya işaret eden en önemli gösterge hikmetli, hatta yorumu sahifeler dolduracak güçte ki cümlelerin bir “paylaşım” ya da “tweet” basitliğine indirgenerek, birkaç saniyelik ve içselleştirilmemiş “haz nesnesi” yapılmasıdır. Sonuç olarak bu zeminde ki her türlü değer, “kültürlü adam” cakalarının “meze”si haline getirilmektedir.

Fikir ve elbette bu fikirlerin terminolojisinin üretimi olmadan, tembel bir “mukallit”likle Batı’yı izlediğimiz için, Edwar W. Said’in de işaret ettiği noktada “ne Batı’ya hakkıyla nüfuz edebildik ne de kedimiz olabildik.” Bizi bize ait olanlardan koparanın “bilinçli” ama koparılanın çoğu zaman “bilinçsiz”ce kopardığı ecdad mirasına da sahip çıkamadık nitekim.

Bugün özellikle yeni nesilleri çok daha fazla tehdit eden şey işte bu dilde, fikirde sığlaşma, okumadan uzaklaşma, sosyal medya ile gelen ve elbette ne olduğu belli olmayan ama bir yayılma da elde etmiş olan “slm, nbr” gibi ucube iletişim; daha doğrusu iletişimsizliktir.

Bu yeni ve belirli bir misdâkı olmayan yol, korkarım bize kutup yıldızı gibi istikamet veren aforizmik derinlikte cümleleri kavrama ve o sözlerin sahiplerini rol-model alma noktasında iyi bir istikamet vermeyecektir…

Bu, “nizam-ı kadiminden kopuk nizam-ı cedid” gençlerimize ve İslâm coğrafyasına, acıdan ve dolayısıyla dağılmadan başka bir şey getirmedi. Dilini kaybetmiş bir medeniyet, onunla birlikte irfanını, idrakini, misdâkını ve bilumum istikametlerini de kaybetmiş oldu.

Aslında yaklaşık yüz elli-iki yüz yıldır -kaybettiğimizin farkındaysak tabii- aradığımız, işte tüm bu “misdâk/ölçü/mizan/rasyo” ya da ne olarak tanımlıyorsanız ona ait kodlardır…

Bugünü dün ile anlamlandırmak ancak tarihle mümkündür; tabii “doğru” olmak koşuluyla…