2009 yılı Ocak ayında Davos’ta dönemin Başbakanı Erdoğan’ın tarihe “One Minute hadisesi” olarak geçen ve tüm ezberleri bozan eylemi öncesinde İsrail’le ilişkilerimiz “fena sayılmazdı.” Her ne kadar hükümetimiz, İsrail’in Filistinlilere karşı gerçekleştirdiği tüm hukuksuz uygulamalara karşı diplomatik tepkiler gösteriyor olsa da, ikili ticari ve askeri ilişkiler bağlamında işbirliğimiz ileri seviyedeydi.

Hatta Suriye ve İsrail arasında Culan Tepeleri sorununun çözülebilmesi için Türkiye arabulucu devlet pozisyonundaydı ve bu bizatihi Sayın Erdoğan’ın takip ettiği bir süreçti. Davos’taki toplantıdan bir süre önce Erdoğan, İsrailli muhataplarıyla bu konunun çözümüne ilişkin uzun ve olumlu görüşmeler yapmıştı. Ancak yine bu toplantıdan çok az bir zaman önce İsrail’in Gazze’ye yaptığı saldırılar, sürdürülen müzakerelerin askıya alınmasına neden olmuş ve Erdoğan da bu durumdan İsrailli yetkilileri sorumlu tutmuştu. En nihayetinde Şimon Perez’le bir araya geldikleri o tarihi panelde Erdoğan özgün ideolojik kodlarına dönerek, yaptıkları katliamlar nedeniyle İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Perez’i ve sözünü sürekli kestiği için de moderatör kişiyi adam akıllı haşlamış, ardından da toplantıyı terk etmişti. Şüphesiz bu, planlanarak gerçekleştirilmemiş tarihi bir kırılma anıydı ve bazı siyasi sonuçları olması da kaçınılmazdı.

Türkiye ve Ortadoğu halkları ortaya çıkan bu yeni durumu sevinçle karşıladılar. Mazlumların haklarını korumak adına uzun yıllardır beklenen bir kahraman çıkmış ve kimsenin gözünün üstünde kaşın var diyemediği İsrail’e, tüm dünyanın gözleri önünde haddini bildirmişti. Bu inanılması güç bir durumdu ve ancak gerçekti.

Yaşanan “büyükelçiler krizi” sonrasında gerilme trendi her geçen gün artmakta olan ilişkiler, 31 Mayıs 2010 günü İsrail Silahlı Kuvvetleri’nin Gazze’ye yardım götürmek üzere Türkiye’den yola çıkan ve dünyanın her yanından gelen sivil gönüllülerle dolu Mavi Marmara gemisine saldırıp, 10 vatandaşımızı şehit ederken, 53 kişiyi yaralaması ve diğer yolcuları da tutuklamasıyla tarihinin en alt seviyesine düştü. İsrail’le yapılmış olan tüm askeri antlaşmalar askıya alındı, ticari ve turistik ilişkiler neredeyse sıfırlandı.

Türkiye Cumhuriyeti hükümeti var gücüyle uluslararası arenada İsrail’in bu barbarca tutumunu gözler önüne sermeye çalıştı. İsrail aleyhine gerek hükümet gerek İHH gerekse bireysel olarak mağdurlar tarafından çok sayıda davalar açıldı ve birçoğu da kazanıldı ya da kazanılması yönünde devam ediyor. İspanya gibi bazı ülkeler, suçlu buldukları birtakım İsrailli subayların ülkelerine girmeleri durumunda tutuklanacaklarını ilan ediyorlar.

Yanı sıra İsrail tarafının, bu gelişmelerin en başından beri Türkiye ile arayı düzeltebilmek için çok sayıda girişimde bulunduğu da bilinen bir gerçekti ve kapalı kapılar ardında iki ülke heyetlerinin yaptığı sayısız görüşmeler sonucunda, İsrail, Türkiye’nin “Özür, tazminat ve Gazze’ye ambargonun kaldırılması” taleplerini belirli ölçüde karşılayabilmeyi taahhüt eder noktaya geliyordu. Bunun ilk adımı olarak Netanyahu bizatihi Obama aracılığıyla Erdoğan’la bir telefon görüşmesi yaparak özür diledi. Ardından heyetler, şehit ve yaralı ailelerine ödenecek tazminatlar konusunda uzunca süren müzakerelerde bulunmaya devam ettiler. Ancak tüm bunlar olurken Türkiye ve İsrail’in uluslararası siyasette birbirlerini zor duruma düşürecek bazı adımlar atmaktan kaçınmıyorlarsa da bunu tam anlamıyla bir savaş haline dönüştürmek noktasında ise oldukça temkinli davrandıkları söylenebilirdi. Bundan 2 yıl önce tazminat görüşmelerinde belirli bir noktaya gelinmişti; ancak IHH tarafı, özellikle “Gazze’ye ambargonun kalkması” konusunu “birincil şart” olarak gördüklerini belirterek, şu aşamada tazminat konuşmanın çok bir anlamı olmadığı üzerinde durdular. Ve konu o zamandan bu zamana çeşitli mahkeme davaları dışında pek de gündeme gelmiyordu.

Şu aşamada Gazze’ye ambargonun kaldırılması konusunda ne gibi ilerlemeler kaydedildi tam olarak bilmiyorum; ama Türkiye Cumhuriyeti Devleti, İsrail ile ilişkilerin normale dönmesi için ön şartlardan biri olarak ileri sürdüğü bu konuda tatmin edici iyileştirilmeler yapılmadan eyleme geçmez gibi geliyor bana. Ayrıca devletimizin bunca yıldır çeşitli zorluklarına rağmen Mavi Marmara şehit ve gazilerinin haklarını savunup korumak için çok şeyler yaptığını veya yapmaya çalıştığını da göz ardı edemeyiz hiçbir şekilde.

Tüm bunlarla birlikte Filistin davasına gönül veren kesimlerin, İsrail’e karşı tutumlarının her zaman devletin davranışlarıyla birebir örtüşmesi gerekmez. Devlet, ülkesinin makul çıkarları adına politik ve diplomatik varyasyonları kıvraklıkla kullanmayı da becerebilmesi gereken bir mekanizmadır.

Aktivist ve dava adamının ise böyle bir zorunluluğu yoktur.

Mavi Marmara’da ve mazlumlarla dayanışma yolunda şehadete erişen tüm kardeşlerimizi bu vesileyle rahmetle anıyor, gazilerimizi binlerce kez selamlıyorum!..