İsrail’in Gazze’ye yönelik vahşi saldırıları ve katliamlarının 137. günündeyiz. Gazze’deki insani durum aradan geçen sürede hiç düzelmediği gibi daha da kötüleşti ve kötüleşmeye de devam ediyor.
Oysa İsrail’in bu insanlık dışı saldırıları Güney Afrika tarafından Uluslararası Adalet Divanı’na taşınmış ve mahkeme İsrail’in soykırım suçuyla yargılanmasına karar vermişti. 26 Ocak’ta ise Gazzelilerin “telafisi mümkün olmayacak zararlara uğramaması” için İsrail’in soykırım suçu teşkil eden her türlü eylemine son vermesine hükmeden ihtiyati tedbir kararı açıklanmıştı.
Maalesef mahkeme ateşkese hükmetmediği için, İsrail sanki hiçbir şey olmamış gibi saldırılarına devam etti. Hatta saldırılarını genişleten İsrail’in Refah’ı da vuracağına yönelik söylemlerin dillendirilmesinden sonra Güney Afrika yeniden mahkemeye başvurarak İsrail’i durdurmak için ilave tedbir alınmasını talep etti.
Ancak mahkeme, İsrail’in mahkeme kararlarına uymak zorunda olduğunu hatırlatıp ilave tedbire gerek olmadığına hükmetti.
Mahkemenin bu kararı İsrail’i daha da cesaretlendirmiş olacak ki; bu tarihten sonra arka arkaya gelen üç haber İsrail’i yönetenlerin, mahkemenin kararını pek umursamadıklarını hatta yok saydıklarını gösterir mahiyette.
Zira soykırım suçuyla yargılanan ve hakkında bazı ihtiyati tedbir kararları verilen bir devletin yöneticilerinin; daha temkinli olmaları ve işledikleri suçları telafi etmeye çalışmaları beklenir. Fakat söz konusu İsrail ve İsrailli siyasetçiler olunca maalesef bu mantık pek işlemiyor.
Şimdi üç örnek olay üzerinden İsrail’in bu süreçte pek de akıllanmadığını göstermeye çalışalım.
Öncelikle İsrail’in Gazzelileri zorla yerlerinden etme ve göçe zorlama pratiklerinden başlayalım.
Malumunuz İsrail, Gazzelileri sözde daha güvenli diye kuzeyden güneye doğru sürüp Mısır sınırına sıkıştırmıştı. Şimdi ise son sığınak olan Refah’ı da boşaltmalarını istiyor. Hatta Refah’a yönelik hava saldırıları çoktan başladı bile.
Gazzeliler geriye dönemiyor çünkü İsrail dönülecek bir yer bırakmadığı gibi dönüşlerine de izin vermiyor. İleri gidemiyorlar çünkü sınırın ötesi Mısır toprakları ve Mısır da Gazzelilerin zorla topraklarından sürülmesini ve ateşin kendi topraklarına sıçramasını kabul etmiyor.
İsrail’in sözde planı ise Refah’ta bulunan Gazzelilerin, Gazze’nin güney bölgesinin sahil kesiminde kalan, yaklaşık 1 km genişliğinde ve 14 km uzunluğunda bir bölge olan Mavasi’ye yerleştirilmesi.
Yerleştirilmesi deyince yanlış anlaşılmasın, öyle yerleşilecek veya barınılacak bir yer yok bu bölgede. Kurulacak derme çatma çadırlarda, bir şekilde ve çok zor şartlarda hayatta kalınabilir ancak. Gerçi İsrail sözcülerine kalsa burası, BM’nin mülteci kampları ayarında bir bölge ve burada yaşayanların her türlü ihtiyacı karşılanıyor. Ama sahaya baktığınızda böyle bir durumun olmadığını rahatlıkla görebilirsiniz.
Öyleyse İsrail, Gazzelileri niye buraya toplamaya çalışıyor?
Bazı uzmanlara göre İsrail, Gazzelilerin hepsini buraya topladıktan sonra ya hava saldırılarıyla ya da açlık veya hastalık sebebiyle ölmelerini/öldürülmelerini planlıyor.
Ne de olsa bölgede hiçbir korunak yok. Hepsi açık hedef. Ayrıca burada Hamas’ın tünel altyapısı da olmadığından İsrail’e karşı koyacak herhangi bir güç de yok.
Bu olay bile tek başına uluslararası hukuka ve Adalet Divanı’nın kararlarına aykırıdır. Ne yazık ki ortada bunu dert edinen herhangi bir İsrailli siyasetçi yok.
Diğer konu ise mevcut İsrail hükûmetinin ulusal güvenlik bakanı olan faşist Ben Gvir’in Mescid-i Aksa’ya yönelik sarf ettiği talihsiz sözler.
Daha önce de Mescid-i Aksa’ya baskın düzenlediği için tepki çeken Ben Gvir, Filistinlilerin, 7 Ekim’den beri zaten doğru dürüst girip ibadet yapamadıkları Mescid-i Aksa’ya ramazan ayı boyunca da alınmaması gerektiğini söylemiş.
Hatta bu teklifinin Netanyahu tarafından da uygun bulunduğu ve muhtemelen İsrail askerlerinin ramazan ayı boyunca Mescid-i Aksa’yı Filistinlilere kapatacağı değerlendiriliyor.
Lafa gelince din ve ibadet özgürlüğünün yılmaz savunucusu olduğunu iddia eden İsrail, iş uygulamaya gelince maalesef bunun tam tersi bir tutum sergiliyor. Söyledikleri sözler ancak Yahudiler için geçerli olabilir. Zira Müslümanların kutsal mekânı olan Mescid-i Aksa’ya Yahudilerin de girip ibadet etmesini savunanlar, mevzu bahis diğer dinlerin kutsalları ve ibadetleri olunca o kadar da anlayışlı olmuyor maalesef.
Son olarak ise İsrail Cumhurbaşkanı Herzog’un Münih Güvenlik Konferansı vesilesiyle bulunduğu Almanya’da verdiği bir mülakatta söylediği tuhaf ve bir o kadar da tartışmalı sözlere dikkati çekmek isterim.
Aslında biz Herzog’u gayet liberal ve barış yanlısı bilirdik. Hatta Türkiye-İsrail normalleşmesinde de büyük katkıları olmuştur. Ancak kendisi 7 Ekim’den sonra o kadar değişti ki sanki içine Netanyahu veya Ben Gvir girmiş gibi davranmaya başladı.
O özgürlükçü ve demokrat Herzog gitti, yerine tüm Gazzelilerin suçlu olduğunu söyleyen ve bu nedenle öldürülmelerinde beis görmeyen zalim bir Herzog geldi.
Daha da ileri giderek eline aldığı Hitler’in Kavgam kitabının Gazze’deki enkazların altında bulunduğunu ve dolayısıyla Hamas’ın da Nazi ideolojisine sahip olduğunu ileri sürdü.
Münih’teki demecinde, “İsrail halkının bu sıralar bir Filistin devletinden veya iki devletli çözüm planından bahsedemeyecek kadar travmatize olduğunu ve bu söylemlerin İsraillilerin kendilerini güvensiz hissetmelerine yol açtığını” ifade eden Herzog, “Bu gibi söylemlerin Hamas’a destek vermek anlamına geldiğini” söyleyerek de sadece İsrail’in iddialarını meşrulaştırırken farklı tüm görüşleri ise itibarsızlaştırmakta hatta illegal hâle getirmeye çalışmaktadır.
Oysa 7 Ekim’deki Aksa Tufanı saldırısı tam da bu yüzden olmamış mıydı?
Yani İsrail’in 75 yıldır Filistin topraklarını işgal altında tutması ve bir türlü özgür ve bağımsız Filistin devletini kabul etmemesi artık Filistinliler için sürdürülebilir olmaktan çıkmış ve akabinde de 7 Ekim saldırısı yaşanmıştı.
İsraillilerin 7 Ekim’den sonra yaşadığı travmanın ve güvensizlik hâlinin katbekat fazlasını Filistinliler uzun yıllardır yaşıyorlar zaten. Toprakları işgal ediliyor, evlerinden atılıyor, keyfî olarak tutuklanıp özgürlüklerinden oluyor, geceni yarısında evlerine baskın düzenlenip aile fertleri sorgusuz sualsiz götürülüyor ve bazıları bir daha hiç geri dönmüyor, abluka altında dünyadan tecrit edilip açık hava hapishanesine mahkûm ediliyorlar. Tüm bunlar yetmiyormuş gibi Mescid-i Aksa gibi kutsal mekânlarının statüsünün değiştirilmesi için büyük çaba harcanıyor ve onlardan koparılmaya çalışılıyor.
Travmatize olmuş, kendilerini güvensiz hisseden İsraillilere soralım o zaman;
Binlerce Filistinli, İsrail hapishanelerinde keyfî bir şekilde tutulup her türlü işkenceye maruz kalmıyor mu? Evlerinden zorla çıkartılan Filistinlilerin hanelerine derhâl Yahudi işgalciler yerleştiriliyor ve bu işgalciler, “Ben oturmasam başkası gelip oturacaktı” diyerek kendilerini savunmuyor muydu?
Şimdiye kadar binlerce Filistinli İsrail askerleri tarafından öldürülmüş, on binlercesi de yaralanmış ve sakat kalmamış mıydı? Filistinlileri öldüren askerler, tiyatro mahkemelerde yargılanıp beraat ederken İsrail askerlerine taş atan Filistinli gençler yıllarca hapse mahkûm olmuyor muydu?
İşte tüm bunlar yaşanırken Filistinliler hiç travmatize olmuyor ve kendilerini hiç güvensiz hissetmiyor ama 7 Ekim’den sonra sözde Holokost travması tetiklenen İsrail halkı; “barış, Filistin devleti ve iki devletli çözüm” hakkında konuşulmasından rahatsız oluyor…
Görüldüğü üzere ne İsrail halkı ne de İsrailli yöneticiler yaşananlardan ders çıkarmamış ve akıllanmamışlar. Onlar için varsa yoksa kendi yaşamları ve kendi çıkarları. 29 bin Gazzeli ölmüş, 65 bini yaralanmış ve nüfusun yüzde 90’ı yerinden edilmiş, üstyapının yüzde 80’i bombardımanlarda yıkılmış; kimin umurunda?
Aman onlar travmatize olup kendilerini güvensiz hissetmesinler.