İnsana bakış, bir İslam ve Batı mukayesesi açısından çok şey söyler.

Batı’nın insan perspektifi apartheid (ayrışmış) olarak temayüz eder.

İnançlar ya da etnik aidiyet bir insanın statüsünü belirler Batı’da.

İnsanın ne olduğu tartışmasının tarihi de elbette çok uzundur.

Roma’nın pagan döneminin filozofu Seneca; “İnsan insanın gözünde kutsaldır.” diyordu.

Grek pagan dönemi filozofları da görece insan için olumsuz şeyler söylemediler.

Fakat garip bir şekilde semavi bir din eksenine dâhil olan Batı’nın Hristiyan din anlayışıyla ortaya çıkan dönemindeki düşünürlerin, insana bakışında çok ilginç sapmalar oldu.

Erasmus’un Plautus’tan aktardığı bir atasözü, tanımadıklarımıza güvenmememizi, onlardan birer kurtlarmışçasına sakınmamızı öğütlüyordu.

Thomas Hobbes da benzer bir inançla, “Homo homini lupus” yani "İnsan, insanın kurdudur." diyordu.

Bu bakış açısıyla insan, insanı yiyip bitiren bir varlıktı.

Sigmund Freud ise insanı kemiren bir kurt olarak gören yaklaşımın altına şu sözle imza atıyordu: “Tüm yaşam ve tarih deneyimi karşısında kim bu iddiaya itiraz etme cesaretine sahip olabilir?”

Nobel ödüllü Konrad Lorenz de 1973’te bir tıpçı olarak, "İnsan, insanın kurdudur." tezinin biyolojik ve evrimsel temellerini atıyordu.

İnsana böyle bakan, ayıran, ayrıştıran bir bakışın Haçlı Seferleri’ni üretmiş olması şaşırtıcı olabilir mi?

Hitler ya da Mussolini gibi faşist soykırımcıların çıkması, ihtimal dairesinin dışına itilebilir mi?

Ayrı bir dini var gibi görünse de benzer köklerden beslenen ve evanjelik yapılarla ittifak hâlinde soykırım yapan Netanyahu kasabını hangi kodların yetiştirdiği bir muamma olabilir mi?

Üstün ya da efendi ırk peşinde koşanların ötekileri bir “kurt” gibi görmesi, onlar için avı da meşru bir zemine taşıyor ne yazık ki.

Buradaki kurt da ağaçları, meyveleri oyan; kemiren aşağılanmış kurtçuklardır.       

Fakat İslam, “eşref-i mahluk” sıfatıyla insana en şerefli makamı verdi.

Onu ırk ve cins ayırımına tabi kılmadan, renklerine ayırmadan şerefli kıldı üstelik.

Bu açıdan Hz. Peygamber’in Veda Hutbesi henüz hiçbir modern yasa tarafından da aşılamadı.

Batı, “İnsan, insanın kurdudur.” derken İslam medeniyetinin yetiştirdiği Hz. Mevlâna, “İnsan, insanın ilacıdır.” diyordu.

Zira insan tek başına yaşama ihtimali olmayan bir varlık; diğer insanlarla bir arada yaşamadığında dilini, inancını hatta bilumum medeni vasıflarını geliştiremeyen bir varlıktır.

Kimin, kime, nasıl ilaç olacağını hayatı kuran ana düşünceler belirliyor elbette.

Bazı ilaçların eczane raflarında satılmadığını ifade eden bu anlayış, iyileştiren sevgiden, merhametten, yardımlaşmadan ve daha nice yüce gönüllülükten bahsediyordur.

Temelde bir sistem krizi yaşayan Batı’yı, “Uygarlığın huzursuzluğu” ile anlatan Freud, acaba Veda Hutbesi’ni okusaydı nasıl bir fikir ortaya koyardı.

“Batı Uygarlığının Krizi”ni yazan Edward Carpenter, Doğu ile bir mukayese yapabildiği için bahsettiği krizin farkına varabilmiştir.

Hakeza Rene Genon’da, “Modern Dünyanın Bunalımı”nı genel anlamda Doğu’yu ve daha sonra din olarak da seçtiği İslam’ı tanıyınca fark edebilenlerdendi.

İnsanı insanla iyileştirmek çok büyük bir inancın ve anlayışın ürünü.

Fakat Batı düşüncesi özellikle vahşi kapitalizm ile bu erdemden iyice uzaklaşmış oldu.

Eric Voegelin’in olağanüstü bir analizle ortaya koyduğu, “Siyasi Dinler”i de Batı için insanı, diğer insanın kurdu olarak çok daha derinden ve yeniden tanımladı.

Öyle anlaşılıyor ki dünyanın ve insanlığın kurtuluşu ona ilaç olacak insanlarla mümkün olacak.

Arthur Schopenhauer’in tarif ettiği “Kirpi ikilemi” işleri zorlaştıracak olsa da safları inadına sıkılaştırmak zorundayız.

Ayrıştıkça yalnızlaşıyor, yalnızlaştıkça da yok oluyoruz.

“Sürüden ayrılanı kurt kapar.” sözünden mülhem; bizde safları sık tutanları değil, saftan ayrılanı kurtlar kapıyor.

Batı öldürse de biz inadına yaşatalım insanı ama zalime de rıza göstermeyelim.

İlaç olalım birbirimize…

Zira “Birlikte rahmet, ayrılıkta azap vardır…”