Geçen haftaki yazımızda demiştik ki;

Modern medeniyetin paradoksal gerçeği; özgürleştirerek köleleştirmek, öğreterek cahilleştirmek, teşhir ederek teshir etmek (hipnotize etmek), popülarize ederek yok etmek, konuşturarak susturmaktır.

Özgürleşmek, modern insanın sandığının aksine habire kendine tapınmaktan/tepinmekten mütevellit değildir. İnsanın özgürlük mücadelesinin iki yönü vardır: Biri içe, diğeri dışa dönüktür. İçe dönük mücahede; kendi duygu ve düşüncelerinin, heva ve hevesinin bendesi olmaya karşı verilen savaşımı ifade eder. Dışa dönük olansa hariçten empoze edilen her türlü fiziksel ve kültürel baskıya karşı gösterilen dirençtir. Burada amaç, insanın fıtratına yabancılaşmasına yol açacak dinî/mezhebî yorumlar da dahil olmak üzere tüm gayr-i fıtri yollardan azat olması ve hayatında anbean hiçleşen Yaratıcının sunduğu varoluşsal hürriyeti içselleştirmesidir. Ki bu özgürlük, yerde değil gökte aramakla ve varlığını  müteal bir varlığa teslim etmekle elde edilir.

In nomine domini./ İyi ve kötüyü bileceksiniz, Tanrı gibi olacaksınız.”

Kitab-ı Mukaddes’ten bir cümle.

Bu ibare, Latincede besmele benzeri fonksiyon ifa eden bir sembolizme delalet etmekle birlikte İsa’dan mülhem insanın tanrılaşma arzusunu imlemektedir. Hristiyanların önlerinde duran bir insan-tanrı modeli bulunduğu için bu ideal, İseviler nezdinde tasnif dışı değildir. Nihayetinde kilisenin usulleriyle gerçekleştirilemeyen bu erek, aydınlanmacı bilimin hümanist sondajlarıyla realize edilmiştir. Kilise hayatta kalmak için aydınlanmacı paradigma ile zoraki bir izdivaç kurmuştur. İnsanın özgürleşerek tanrı gibi olacağı sanrısı, bu döllenmenin bir neticesidir. Çoğu mütefekkir, modern bilimin ve onu besleyen düşüncenin materyalist olduğunu iddia eder. Bu doğrudur. Ancak aydınlanma sapması, insanı yücelterek ilahlaştırmaya niyetlendiyse bunun makablindeki fikrin; muharref Hristiyanlıktaki insan-tanrı inancından kaynaklanmadığını kim söyleyebilir!

Oysa İsevilerin iddialarının aksine iyinin ve kötünün bilgisini elde etmek, varoluşsal düzlemde insanı tanrılaştırmaz. Yalnızca İlahi olana/alana daha yakın tutar. Aslında kutsal metinlerle kurulan ilişkide ortaya çıkan her yanlış anlama, bir tahriftir. Gadamer, “her anlama bir yanlış anlamadır” derken belki de İsevilerin kutsal kitapla kurduğu ilişkiye bakıyordu.

……

Speak that my I see thee. Konuş ki seni görebileyim.

El-kelamü sıfatü’l mütekellim. Söz söyleyenin sıfatıdır.

Küresel Anglosakson-Batı medeniyetinin temel postulatına göre; görünür olmanın yolu konuşmaktan geçer. Şimdilerde garbın köksüz  ve dipsiz medeniyetinden doymak bilmez bir haz ve iştihayla beslenen şarkın çocukları da sözün kalp gümüş, sükutun som altın olduğunu unutmuş görünüyorlar. Zira görünür olmak için debelenip duruyoruz. Gerçek hayatta cesaret edip ortaya koyamadığımız siretleri, sanal alemin sahte suratlarında parlatıp fenomen olmaya çabalıyoruz.

Post modern zamanların cahiliye nefesi taşıyan gettolarında, en sıradan bireylerin  dahi mütevazi menkıbelerini adadığı devrimlerini, tanrılaşma aşkıyla yediğini görünce, zihnimin anlam haritasında sınırlar yeniden çiziliyor.

Aynileşmesi gerekenler ayrıksılaşırken neredeyse diğer her şeyin birbirine benzediği, muhtemeldir ki bu ahir zaman diliminde; belki de en doğrusu susmak.

Nevfel oğlu Varaka’nın  bir vakitler hatırlattığı Tevrat’ın ünlü deyişi ile bitirelim: Her söz eksiktir ve insan söz söylemeye kadir değildir.

Baki selam…