Huzur, ifade ederken, dudaklarımdan dökülürken dahi bana kendimi iyi hissettiren bir ifadedir. Bazı kelimelerin başlı başına kendisi bile huzur kaynağı. Mutluluk kelimesi bana suni gelirken huzur daha sıcak, tatmin edici ve kuşatıcı gelir. Devlet hastanesi yerine millet hastanesi demek gibi… Millet nedense her zaman daha sıcak gelmiştir bana.
Huzur, çoğu insanın çok uzaklarda aradığı ancak kendinden uzaklaştıkça kaybolup bulunması daha da imkânsız gelen bir mefhum.
Huzur, biraz da onu neyde ve nerede aradığınızla orantılı bir arayıştır. Çoğu kere arandığı yerden bulunmayan tam tersi bulunması çok daha kolay olan yerde olan bir hissiyat.
Huzuru çıkıp aranmaması gereken her yerde ararız. Kimimiz parada, kimimiz makamda, kimimiz barda, batakta. Bazen bulduğumuzu da sanırız oralarda. Ancak kısa bir süre sonra bir serap gördüğümüzün farkına varırız. Ve bazen o serap onu her bulduğumuzu ve yakaladığımızı sandığımız anda bizi biraz daha öteye çeker. Aslında aradığımız, bulduğumuz ve gördüğümüz şeyin bir serap olduğunu anladığımızda da artık çölün tam merkezinde bir başımıza ve biçareyizdir.
Çoğu kere bir nefs-i heyuladır sopanın ucuna huzuru bağlayıp bizi peşinden çölün meçhullerle dolu susuzluğuna sürükleyen.
Huzurun künhüne Pakistan’da okuduğum öğrencilik yıllarımda vardım dersem abartmış olmam sanırım. Pakistan’da kaldığımız yurdun arka tarafında büyük bir çöplük vardı. Bir gün o çöplüğün hemen kenarına bir fakir aile çadır kurarak yaşamaya başladılar. Ve ben çoğu akşam yurdun damına çıkar çocukların sevinçlerini, ailenin huzurlarını izlerdim. Aile çöpten geçinip besleniyordu. Buna rağmen inanılmaz bir huzur tablosu çiziyorlardı. Bazen video cihazı kiralayıp Hint filmi izliyor, kahkahalara boğuluyorlardı. Onların bu yokluk, sefalet ve hiçlik içerisindeki basit ama tarifsiz huzurları beni derinden etkilerdi.
Pakistanlı yoksulların biçareliğinde öğrendim huzuru. Onu hiçbir yerde aramıyor kendi içlerinde buluyor, üretiyor ve yaşıyorlardı. Huzur ve mutluluğun varlıkla ve bollukla olmayacağını orada görmüş, gözlemlemiş ve anlamıştım.
Daha sonra bir arkadaşımdan duyduğum enteresan şu cümle bu gözlem ve tespitimi doğrulamıştı. “En mutlu Hintli yeni vizyona giren Hint filmini izlemek için cebinde bilet parası olan Hintlidir.”
Çocukluğumu hatırlıyorum. Çocukluğumda teneke soba kurulu tek göz evde 6 kardeş yere serdiğimiz çul çaput döşeklerde yatardık. Ne de huzurluyduk. İçeride güpürdeyerek yanan, kenarları ateşten kıpkırmızı kızarmış soba, dışarıda ona eşlik eden şırıl şırıl bir yağmur senfonisi.
Şimdi güpürdeyen sobalarımızın yerini doğalgazlı alttan ısıtmalı kombi sistemleri, ahşap pencerelerimizin yerini ise yağmur şırıltısını duyurmayan ses geçirmez Pimapen pencereler aldı.
Siyah beyaz yıllarımı çok özlüyorum…
Mutlu olmak için çok şeye ihtiyacımız yoktu o siyah beyaz yıllarda. Gıcır gıcır üç misket ve hatta gazoz kapakları bile yeterdi emsalsiz bir mutluluk için. Kanaatkârdık…
Gün geldi siyah beyaz televizyonlarımız renklendi. Ardından hayatlarımız renklenip kolaylaşmaya başladı.
Hayat kolaylaştıkça insanlar zorlaşmaya, yaşam iyileştikçe insanlar kötüleşmeye başladı.
Ve şimdi ben huzuru içimde inşa ettiğim o siyah beyaz, yoksul dünyama sığınarak oraya göç ederek, orada yaşayarak arıyorum.
Bunları neden mi yazdım? Bilmiyorum. İstanbul hava limanında Seul’e uçmak için beklerken içimden kendiliğinden aktığı için…
Belki de Doğu’da beni kendine çeken bir mistik huzur olduğu için…
Huzurlu pazarlar…